/* BURADAN */ /* BURAYA */

Sayfalar

30 Nisan 2014

KANSER HASTALIK DEĞİL



...KANSER HASTALIK DEĞİL
KANSER O KADAR YAYGINLAŞTI Kİ ARTIK GENÇ YAŞLI DEMEDEN HERKESİ YAKALIYOR.

Bu yazılar çok müthiş, birçok "gizli dünya yönetenlerini" rahatsız ediyor… O kadar ki, örneğin "World Without Cancer", yani "Kansersiz Dünya" isimli kitap, halen (Türkçe dahil) birçok dile çevrilmedi!..

Yani şunu bilin ki, KANSER diye bir hastalık yok!.. Kanser, sadece vitamin B17 eksikliği!...
Başka bir şey değil!..
Kemoterapi, ameliyat veya değişik ağır haplar almanıza gerek yok!..
Düşünün bir zamanlar denizciler, çok sayıda niçin öldüler?
İSKORBÜT denilen hastalığa yakalanıyorlardı...
Çok sayıda insan öldü...
ve bazıları da bundan çok büyük PARA ve gelir elde etti!..
Sonra ne buldular?..
Meğer İskorbüt sadece vitamin C eksikliği imiş!..
Yani hastalık bile değil!...

KANSER de öyle!...
KANSER SANAYİSİ var artık!..
KANSER den milyar milyar milyar kere milyar PARA kazananlar var!...
Bu konu çok uzun. Çok derin!..
KANSER SANAYİSİNIN kökü, ta ikinci dünya savaşına kadar dayanıyor!...
Ne dolaplar dönüyor...
SİZ İNANMAYIN!...
Her gün sadece 15-20 kayısı çekirdeği yemeniz yeterli!..
Kanser olmuşsanız, önce KANSERIN ne olduğunu ANLAMAYA çalısın!..
KORKMAYIN!...
Sakin KEMOTERAPİ filan yaptırmayın!...
ARAŞTIRIN önce!...
Biz bu siteyi bazı "sözde doktorların sayfasına gönderdik, facebook’ ta, 5 dakika bile geçmeden "yorumsuz" olarak sildiler!...
SİZ bu kitabın TÜRKÇEYE ÇEVRİLMESİ için DUA edin!...
ÇOK ÇOK ÖNEMLİ bir eser bu!..
Tekrar edelim:
Günümüzde İskorbüt den ölen var mi artık?...
YOK!...
Çaresi biliniyor...
Peki KANSER?...
SANAYİ haline gelmiş!...
Ancak, çaresi çoktan bulundu:
VİTAMİN B 17 eksikliği!...
Hepsi bu!...
Buğday çimi ekin... Buğday şırası için.
Kanseri engelleyen besinlerin başında atalarımızın Orta Asya`da içtikleri Buğday şırası geliyor. Klasik tedavi yöntemlerini reddeden tüm doktorların ortak iddiası, buğday çimi yenilmesi ve buğday şırası içilmesi. Pakistan`daki Hunzakut Prensliğinde kanserden ölüm yok. Ayrıca Hunzakutlular, acı badem ve kayısı çekirdeğini yiyorlar ve kansere yakalanmıyorlar.
Türkiye`de acı badem ve kayısı tüketilen bölgelerde kanser vakalarının azlığı dikkat çekiyor.
Ödemiş`le Salihli arasında, binbir efsaneye konu olmuş Bozdağ`ın eteklerinde cennet gölcük kıyısında kanseri yenen, bu zaferi kazandıktan sonra mücadelesi herkese örnek olsun diyerek bir de kitap yazan Doktor İlhami Güneral ile sohbetimiz sürüyor. Önemli olan bağışıklık sisteminin güçlendirilmesidir.
Bağışıklık sistemini güçlendirmek çok da zor bir şey değildir.

Buğday müthiş bir kanser ilacıdır. Buğday şırası kanseri önler ve bu önemli bir bitkisel tedavi aracıdır. Buğday çimi, bol klorofil maddesi dışında 100 kadar vitamin, mineral ve besin maddesi içerir. Taze olarak kullanılan Buğday çiminde, aynı ağırlıktaki portakaldan 60 kez daha fazla C vitamini ve aynı ağırlıktaki ıspanaktan 8 kat fazla demir bulunmaktadır.
Buğdayın bir başka özelliği ise kandaki toksinleri nötralize eden maddeler içermesidir.
Sıvı oksijenle dopdolu olan buğday çimi doğanın en güçlü anti kanseri olan `laetril` içermektedir.

Izgara etler ve füme besinlerin kanserojen maddeler taşıdığı kanıtlanmıştır. (Japon Bilim Adamı Nagivara)

Japon Bilim Adamı Nagivara, taze buğday çiminde bu maddeyi etkisiz hale
getiren enzimler ve amino asitler bulmuştur.

- Buğday çimini evde üretebilir miyiz?
- Evde de üretilebilir, küçük bir saksıda bile üretilebilir ve olduğu gibi yenebilir, evde üretemeyenlere tavsiyemiz ise buğday şırası üretmeleri...
- Buğday şırasını herkes üretebilir mi?
- Evet herkes üretebilir.

İsterseniz tarif edelim.
Bir bardak aşurelik buğday, önce tertemiz yıkanarak bir litrelik cam kavanoza konur. Üzerine 3 bardak su -klorlu olmamak şartıyla- ilave edilir.
Kavanozun ağzı bir tülbentle kapatılarak serin bir yerde 24 saat bekletilir.
Bu ilk su kullanılmaz, dökülür.
Kavanoza yeniden 3 bardak su ilave edilir.
24 saat bekletildikten sonra oluşan yarı gazozlu su içilmek üzere bir kaba aktarılır.
Böylece bir bardak aşurelik buğdaydan kış aylarında günde 5 kez, yazın
ise günde 3 kez şıra alınır. Buğday şırasının lezzeti bazılarına itici gelebilir. O takdirde her şıra bardağına bir C vitamini tableti eklenirse, nefis bir içecek ortaya çıkar.
- Az önce sözünü ettiğimiz `laetril` buğday çiminden başka nelerde bulunur? Çünkü anlaşılıyor ki, `laetril` kanserin tedavisinde en etkin maddelerden biri... Elmanın çekirdeğini de yiyin!
- Evet, Türkiye`de en kolay laetril`e ulaşabileceğimiz yer acı badem ve kayısı çekirdeğidir.
Ayrıca laetril elma çekirdeğinde de vardır. Elmanın çekirdeği yenilirse çok da iyi olur. Amerika`daki ilaç sanayinin maşaları bu `laetril` adlı ilacı yasaklatmayı başarmışlardır ama Meksika`da satılan `laetril` bu ülkeden alınıp kaçak olarak ABD`ye sokulmaktadır.
Laetril, vitamin ve minerallerle verildiğinde çok daha iyi sonuçlar alınmaktadır. `Kanserin Ölümü` adlı kitabında Manner, laetril ile yüzde 90 başarı kazandığını söylemişti.
- Acı badem ve kayısı çekirdeği de laetril içeriyor öyle mi?
- Evet öyle. Türkiye`de acı badem ve kayısı çekirdeğinin sıkça tüketildiği yerlerde resmi bir istatistik yok ama kanser vakalarının az olduğuna inanılıyor. Resmi istatistik yapılan bir ülke var...
Pakistan`a komşu küçük bir prenslik olan Hunzakut`ta şimdiye kadar hiç kanser olayına rastlanmadı.
Hanzakut`un özelliği temel besinleri kayısı ve kayısı çekirdeği...
- Dünyada bugün kullanılmakta olan kemoterapi ve radyoterapi bağışıklık
sistemini bozduğunu iddia ediyorsunuz alternatif tedavilerin bir sıralamasını yapsak en öne hangisini koyarsınız?
- Önceliği bağışıklık sistemini güçlendiren tedavilere veririm, daha sonra biyolojik tedaviler ve bitkisel tedaviler gelir.
Bağışıklık sistemi konusunda Alman Doktor Issel`in tüm beden tedavisi bugün bu ülkedeki 60/70 klinikte başarı ile uygulanmaktadır

20 Nisan 2014

SELÂNİK’TEN BURSA’YA

 
 ALİ AKSOY KİMDİR?

         1948 yılında Orhangazi Yeniköy’de dünyaya gelen Ali Aksoy, Yeniköy’de ilk ve ortaöğretimini gördükten sonra Gemlik Lisesi’ni bitirdi. İstanbul Hukuk Fakültesini kazanan Ali Aksoy, burayı bitirdikten sonra Bursa Barosu’na kayıtlı olarak Bursa ve Gemlik`te serbest avukatlık yapmaya başladı. 1978 – 1980 yılları arasında Cumhuriyet Halk Partisi Gemlik İlçe Başkanı oldu. 12 Eylül’den sonra edebiyat çalışmalarına ağırlık veren Ali Aksoy Gemlik Körfez Gazetesi’nde haftalık yazılar yazdı. Bu arada Bursa’daki edebiyat günlerinin de aranan isimlerinden oldu.    Bursa Defteri adlı dergide de yazılar yazdı. Aksoy, avukatlık mesleğinden emekli olduktan sonra doğduğu yer olan Yeniköy’de babasından kalma İznik Gölü kenarındaki zeytinliğine yaptığı evinde yaşamaya başladı. Sakin bir yaşamı tercih ederek köylüleri ile birlikte yaşamaya başlayan Aksoy, edebiyat çalışmalarına buradan devam etti. Yıllar sonra yeniden Gemlik Körfez Gazetesi’nde “Gemlik Yazıları” adlı köşesinde haftalık yazıları yazmaya başlayan Aksoy, son yazısını 15 Ekim 2009 Perşembe günü “Yeniköy Maceram” başlığı ile yazdı. Aksoy, bu yazısında 1989 yılında Yeniköylülerin ısrarı üzerine Anavatan Partisi’nden Belediye Başkanlığına neden aday olduğunu anlattı. 20 yıldır bir kan davası gibi içini yaralayan bu konuyu yazarak öldüğünde Yeniköy’e değil Gemlik’te toprağa verilmesini istedi.
            Aksoy`un "Yeniköy maceram" adlı son yazısının son paragrafı şöyleydi: “ Vasiyetim şu; ölünce  beni  Yeniköy’e değil, Gemlik mezarlığına gömünüz. Buradaki akraba ve dostlarıma; yarın burada yaşacak torunlarıma yakın olmak istiyorum.” Son dönemlerde Gemlik Körfez gazetesinde haftalık yazılar yazan Ali Aksoy Mayıs 2009'da da annesi Rabia Aksoy'u kaybetmişti.



 SELÂNİK’TEN  BURSA’YA          

1-Konuya Giriş

O yılın Bursa Edebiyat Günleri’nde (24-25 Mart 2000) sunduğum metin, araştırdığım bir konudan hareketle yazdığım uzunca bir denemeydi. Adı, “Rumeli İnsanlarına Bursa’dan Bakmak.” Metinler panel öncesi kitaplaştığı için konuşma sıram gelince kısa kestim sözü. Paneli izlemeğe sanki okuma yazma bilmeyenler geliyormuş gibi, anlı-şanlı yazarların çoğu baştan sona okuyorlar yazdıkları metinleri. Bursa Edebiyat Günleri metin okuma günlerine dönüşüyor adeta; etmeyin, eylemeyin!

            Ertesi gün panele verilen kısa arada yanıma gelen gencin sözleri beni şoke etti:

            “ – Akşam evde yazdığınız metni okuyunca moralim bozuldu.”

            “ – Neden bre evlâdım?”

            “ - Benim ailemde Rumeli kökenli insan hiç yok.”

            Bunu duyar duymaz başımdan aşağıya sanki kaynar sular döküldü!

Yaşadığım bu olaydan ders aldım: Demek ki “Rumeli İnsanları”nı coşku ile yazmamam gerekirmiş; toprağına sığındığımız Anadolu Türkleri gücenmesinler diye.

“Selânik’ten Bursa’ya” konusunu yazarken şimdi aynı sorun yine karşımda. Üstelik Türk Ulusu genç evlâtlarını dış kaynaklı bölücü teröre kurban verirken, Anadolulu-Rumelili kıyaslaması yapmanın zamanı mı? İfade özgürlüğüne düğümler ata ata yaz bakalım hadi yazabilirsen! Metne son noktayı koyuncaya kadar içimde bu gaile hep olacak; bilesiniz.

Aradan geçen süre içinde görüşüm değişmedi: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde Rumeli insanları çok etkin rol oynadılar. Özellikle Selanik insanları...

Bunun nedeni, oradaki yaşamın Anadolu’ya oranla çok daha farklı oluşu; insanların  daha nitelikli, daha deneyimli ve feleğin çemberinden geçmiş olmaları! Bunların içinde tarihten gelen bedelleri çok ağır ödenmiş birikimler olduğu gibi, yollarda kırıla-döküle Anadolu’ya göçlerimiz dahi var. Hem unutmayalım, çekilen acılardan doğar hep yeni umutlar.

 Peki bu işin aslı ne?        

2-Osmanlı Bir Rumeli Devletidir

            Rumeli’de doğanlar bu “ayrıcalıklı olmayı” Osmanlı Devletine borçlu. Osmanlı ise tüm şanını Rumeli devleti oluşuna. Arada kimi nüans farkları olsa da tarihçiler söylüyor bunu.

İlk fethedilen yerlerin çoğu Rumeli’de. Sofya 1385, Üsküp 1389, Rusçuk 1393 ve Avlonya 1417’de oldu Osmanlı mülkü. İstanbul’un fethi ise, 1453.

 Anadolu’da Erzurum 1518’de, Van 1530’larda geçti Osmanlı’ya. Dikkat buyrula: İran (1514), Suriye (1516) ve Mısır (1517) alındıktan sonra alınır bizim Erzurum ile Van. Bundan şu çıkar: Osmanlı devleti Rumeli’de güçlendikten sonradır ki Anadolu’yu, İran’ı ve Arap ülkelerini aldı. Rumeli’nin bu “fethedilme kıdemi” yüzünden Rumeli Beylerbeyi, devlet protokolünde Anadolu Beylerbeyinin önünde yer alır.

Osmanlının “yaşamsal kökleri” eğer Anadolu’da olsaydı, Yıldırım Beyazıt Timur’a yenildiği an (1404) her şey biterdi. Devlet asıl Rumeli’de örgütlenip kurumlaştığı için ayakta kalabildi. Yeniçeri Ocağı ile saray okulu Enderun’a Hıristiyan çocukların devşirildiği yerdir bu bölge. Devlet çarkının ana kadrosu genellikle Rumeli kökenlilerden oluşurdu.

Sadece onlar mı? Padişah analarının hepsi Rumeli’yi de içine alan, Venedik ile Rusya arasındaki geniş coğrafyadan armağandı saraya. Bursa’da Nilüfer Hatun’la (Horofira) başlayan bu tercihe sadakat yüzlerce yıl sürdü.

Kimi Yunanlı tarihçiler Osmanlıyı “Müslüman Bizans” olarak nitelerken, başta Prof. Faut Köprülü olmak üzere tarihçilerimiz, “söz konusu devlet kurumları bize Selçuklu’dan miras” demekteler. Öte yandan Dimitri Kitsikis kendini tutamaz, Osmanlı’daki Rum kökenli yöneticilerin uzun bir listesini çıkartarak, “Türk-Yunan İmparatorluğu” der Osmanlı’ya. Ve ne hikmetse, 12 Mart döneminde içeride zulüm kesilen Başbakan Nihat Erim, Türkiye ile Yunanistan’ın ortak konfederasyon oluşturması fikrini attı ortaya.

Anadolu Türkleri Osmanlı’nın peşi sıra diyar-ı küfre gidip oralara yerleşti. Devletin ilk başkenti Bursa olduğu için, ilk “evlâd-ı fatihan”, yani “fetheden evlâtlar” Bursa ve çevresinden çıktılar. Hep örnek veririm: Yahya Kemal’in ataları Üsküp’e Bursa’dan, Orhan Kemal’in ana tarafı Orhaneli’den gitmiş Bulgaristan’a. Aklıma şu takılır: Mostar’daki Karagöz Bey Camii bu adı, orada “ibret perdesi” kurmuş Bursalı bir Karagöz sanatçısından almış olamaz mı? Rumeli’nin batı yakasının fethinde büyük rol oynayan Evrenos Gazi aslen Balıkesirli. Eski Hüdavendigar Vilâyeti sınırları içinde kalıyordu Balıkesir. Asıl ilginci: 2. Murat’ın komutanlarından İnegöllü İshak Paşa görkemli kariyerini Selânik valisi olarak tamamladı ve tüm servetini o bölgedeki hayır işlerine harcadı.

“Fetih üretimi” sayesinde devletin ganimet, haraç, fidye, cizye ve tımar gelirlerinin ağırlıklı olarak sağlandığı yerdir Rumeli. Tek istisna, Ruslar vaktiyle her yıl Osmanlı’ya ödemesi gereken haracı, -sultanın fermanı üzere-, Kırım Hanına verirdi.

Osmanlı’da özel mülkiyetin devletçe tanınması süreci, Avrupa’daki “muzır cereyanların” etkisiyle önce Rumeli’de başlar. İlk kurdele Senedi İttifak’la kesildi. Bunu Jön Türkler, 1. Meşrutiyet ve 1876 Anayasası,  İttihat ve Terakki, 2. Meşrutiyet ve Hareket Ordusu izler. Tüm bunlar Rumeli’den “neş vü nema” buldular. Başta o yöre kökenli Mithat Paşa ve Namık Kemal olmak üzere nice aydınımıza dünya zindan edildi. Nihayet Abdülhamit tahtından indirilip sürgün edildi Selanik’e. Bugün hâlâ “Ulu Hakan Abdülhamit Han” derken kendinden geçenler, nasıl sevsinler Selanik’i ve orada doğanları?!

Bölgeye fetihle gelen Türklerin yanı sıra, Rumeli Osmanlı egemenliğine girdikten sonra Müslüman olanlar, bu aktif kimliği nasıl kazandılar? Farklı kökenlere, dinlere ve kültürlere mensup insanlarla yan yana yaşamanın getirdiği rekabetçi ortamdır bunun ilk nedeni. Avrupa’da baş gösteren Rönesans ve Reformun “kafa değişimi” giderek bölgeyi de etkiler. Fransız İhtilâli sonucu esen özgürlük rüzgarları tez ulaşır Rumeli’ye. Hıristiyan halklar arasında başlayan milliyetçi akımları ve Osmanlıyı bölgeden atmaya yönelik silâhlı direnişleri, kendi tarihimizde “Balkanlarda komitacılık dönemi” olarak niteleriz. Osmanlı’da Harbiye’yi bitiren genç subayların hemen hepsi, önce Makedonya’ya çete takibine gönderilirdi. Kurşunun ve ihanetin nereden geleceği belli olmayan koşullarda uzun süre yaşamak, herkesi daha uyanık, daha açıkgöz ve daha pervasız olmağa mahkûm eder. “Tuna tilkisi gibi adam” deyimi Anadolu’da yokken, neden Rumeli’de var?

Bu olumsuzdan çıkmış olumlu tabloya rağmen, Rumeli türkülerinin Türk sanat müziği makamlarıyla  bestelenmiş olması çok dikkat çekici. Peki neden? Bölgede zevk ehli zengin tabaka ile halkın iç içe yaşamasından. Konunun bir diğer boyutuna İbnülemin Mahmut Kemal’de rastladım: Bestelere yakışmayan güfte örnekleri verirken, birinde “Rumeli avratları gibi dırlanırsın a çıtak” dizesi geçer. Teklifsiz ortamlarda “a kaltak” da denebilir. Burada amaç, Rumeli kadınlarını hakir görmektir elbet. Fakat altını eşince karşımıza şu çıkar: Rumeli kadınları, erkekleri kızdırma pahasına taleplerini söylemekten geri durmazlar! Anadolu kadınları gibi öyle “vur sırtına yumruğu, al ağzından lokmayı” değiller. Eyvah ki, o “dırlanan kadınlarının” bugün Anadolu’da doğan torunları, yakın dönemin yozlaşan kültürü sayesinde, eski mazlum Anadolu kadınlarına dönüştüler!

            Geldik Rumeli insanlarını yaldızlayan son paragrafa...

Ankara’da toplanan ilk TBMM üyelerinin çoğu “cumhuriyet” lâfını duysalar uykuları kaçardı. Mustafa Kemal bu niyetini yakın çevresinden dahi bir “milli sır” olarak saklamıştı. Oysa Rumeli’de, Balkan Harbinden sonra Türkler, 1913’te Gümülcüne’de ömrü kısa bir “Batı Trakya Muhtar Cumhuriyeti” kurdular.

Tam bu noktada belirtmek boynumuza borç: Akıl egemen kimlik sadece Rumeli’nin tekelinde olmayıp, bir süre Rus işgalinde kalıp başına çare arayan Kars, Ardahan ve Artvin yöresi halkında da mevcut. Kuvayı Milliye hareketi tek vücut olmadan önce, Kars’ta adında “cumhuriyet” geçen yerel bir hükümet kurulmuştu.

Selânik Osmanlı Mülkü Olunca

Yunanistan’ın Makedonya bölgesindeki Selânik, kendi adını taşıyan körfezin kıyısında kurulu. Makedonya kralı Kassandros, kente eşinin adını vermiş: Thessaloniki. Yunanca okunuşu Seloniki, Türkçe’de Selanik olmuş.

İlk kez 1. Murat devrinde fethedilen Selanik, Bizans ile Osmanlı arsında birkaç kez el değiştirdi. Sultan 2. Murat 1430’da kesin olarak topraklarına kattı. Osmanlı mülkü olan Selanik, Sancak merkezi yapılarak Rumeli Eyaletine bağlanır. Surlarla çevrili kente ve yakın çevresine, önce Konya ve Aydın’dan getirilen Yörük Türkmenler iskân edilirler.

Kentin yedi kapısından ikisi nam salmıştır: Doğuda Kalamarya Kapı, batıda Vardar Kapı. İki kapı arasındaki ana cadde ise, Egnatia Caddesi. Osmanlı bunu değiştirip Vardar Caddesi yapmıştı. Bugün yine eski adı taşımakta.

            Doğu tarihinde Çin’den başlayıp Bursa ile İstanbul’a ulaşan İpek Yolu varsa; Batı’da Roma’yı Bizans’a bağlayan Via Egnatıa yolu var. Adriyatik denizinden sonra Arnavutluk kıyılarında Dıraç kentine varan yol Elbasan, Manastır, Florina, Ostrova, Vodina ve Yenice’den geçerek Selanik’e ulaşır. Doğu güzergâhında son durak İstanbul. Osmanlı’ya da hizmet eden bu yolun devlet katındaki adı çok manalı: Sol Kol.

Vardar Kapıdan çıkınca Çınarlı Kahveler solda kalır; Mevlevî dergâhı sağda epey yukarıda. Müjdeler olsun ki önümüz Vardar ovası! Rakı parası kazanmak herkesin kendi hüneri! Az ileride Vardar nehri akmakta. Kentte ikindi üstleri çıkan rüzgâra Vardar rüzgârı denir ki, genç kızların eteklerini uçurur; bunu gören delikanlıların hayallerini!

Rumeli’ye Anadolu’dan göçleri Prof. M. Tayyip Gökbilgin araştırıp yazmış: “Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihân”. Başta “Selanik Yürükleri” olmak üzere kimlerin nerelere iskân edildiği var bu antika olmuş kitapta. Evlâd-ı Fâtihân konusunda sezdiğim şu: İlk akıncı ve serdengeçti çocukları için kullanılmıyor bu sıfat. Hele devletin kendi Yeniçeri ordusu varken asla! Ne zaman ki ordunun tökezlemesi ve toprak kayıpları başladı; o zaman “icat ediliyor”. Sivil halkın yaşadığı topraklara kendisinin sahip çıkması için özellikle kullanılır bu “Evlâd-Fâtihân” terimi.

Gelelim kent merkezinin nüfus yapısına...

Tarih boyunca nüfus dağılımı kabaca şöyle: Toplam nüfusun ilk yarısı Yahudilere, ikinci yarının ilk çeyreği Türklere; son çeyreği Yunanlılar ile Bulgarlara ve öteki guruplara ait. Göçler ve savaşlar bu şablonu pek etkilemez. Rakamlar verirsek: 1870’te Selanik’te yaşayan 70.000 kişinin 36.000’i Yahudi, 22.000’i Türk ve Dönme, 18.000’i Rum’du. Osmanlı yönetiminin 1882-84 arası yaptığı ilk resmi sayımda kentin nüfusu 85.000 çıkar; bunun 48.000’i Yahudi. 1902’de ikinci sayımda 120.000 kişi; bunun 62.000’i Yahudi. Balkan Savaşı sonunda Yunanlıların eline geçen Selanik’te, onların 1913’te yaptığı ilk sayıma göre: 157.889 kişiden oluşan kentte 61.439 Yahudi, 45.889 Türk ve 39.956 Yunan var.

En kalabalık gurup her zaman Yahudilerdi. İspanya’dan kovulanlar Osmanlı’ya sığınınca çoğu Selanik’e yerleşti. Bunlara Orta Avrupa’dan gelen Aşkenaz Yahudiler katılır. Sonunda Selanik, “Balkanlardaki Kudüs” olup çıktı! Devletin bundan gocunması bir yana  Yeniçerilerin giydiği çuhaların dokunması işi hep onlara verilirdi. Tam bir dini ve ticari özgürlükleri vardı. Yahudi sermayesi hızla gelişti ve kentte ayrı bir Yahudi burjuvazisi oluştu. Kendilerine duydukları özgüven o denli ileri gitti ki, Abdülhamit’ten para karşılığı Kudüs’te toprak istemeğe kadar vardı iş.

Olumsuz yanıt alınca, çıkarları Osmanlı’nın akıbetine bağlı olduğundan, Emanuel Karasu’nun ağzından mecliste askere alınmayı talep ettiler. Politikaya büyük ilgi duyuyorlardı. Maddi ve fikri çıkarları nedeniyle hem Mason localarına giriyorlar, hem İttihat ve Terakki’ye. Meşrutiyet meclislerine onlar da vardı elbet.

Balkan Savışında kente girmek üzere olan Yunanlılara bağlılık sunmak için özel bir heyet çıkardılar Vardar Kapıya. Yine de kent Yunanlıların eline geçince ekonomik çıkarları bozuldu; çünkü yaptıkları işlere artık Yunalılar talipti. Ancak Selanik’teki Yahudilerin sonları hiç iyi olmadı: Hitler’in orduları kenti işgal edince (1941), 50 000 küsur Yahudi trenlere doldurularak Almanya’ya gönderildi. Orada gaz odalarında öldürülüp yakıldılar.

Türklere gelince: Oturdukları semtler kentin rıhtıma uzak arka mahalleleri. Dini kaç-göç nedeniyle evler bahçeler içinde yapılmış. Cadde ve sokak üzeri evlerin dış çevresi duvarlı, camları kafesli, haremlik-selâmlık düzeni olan evler. Türklerin mahalle sayısı 47. Bunlar nüfusları az mütevazı mahalleler. İçlerinden Ahmet Subaşı Mahallesi’nde doğdu Mustafa Kemal. Türklerin meslekleri genellikle memuriyet ve emek yoğun işler. Geçimleri ise, “bir lokma bir hırka!” Camiler ve mescitler şaşılacak kadar sık. Beyaz minarelerin Selanik’te gün batarken büründüğü renk Attila İlhan’na imge olur: “Minareler birer kızıl ünlem!”

Kentin üzerinde körfeze hakim tepenin adı, Tumba. Yöre dilinde “tepe üstü” anlamına geliyor. Ali Canip Yöntem’de rastladım: 2. Meşrutiyet ilân edildiği gün, yerel hainleri burada kurşuna dizip çınarlara asmışlar. Kimler onlar? İnzibat subayı yüzbaşı İbrahim, süvari mülâzımı Ali, Selânikli gözlüklü Hidayet ve ispiyoncu bir Arnavut!

Yunan nüfusu kentte üçüncü gurup. Onların idaresi de Yahudiler gibi dini aygıtın elinde. Metropolit, Osmanlıların gözünde olduğu gibi Rumların gözünde de tartışmasız lider. Yunan halkı ticaret ve sanayide rekabet halindeydi Yahudilerle. Kentin özgürlük ortamı onların da işine yaradı; eğitim ve basınla Yunan milliyetçiliği hızlandı. Osmanlıya isyan edip Mora’da bağımsız Yunan devleti kurulunca (1830), hemen “hürriyete göç” başlar. Fakat uyanık Yunanlılar ilerisini düşünerek önüne geçerler bu göçlerin.

            Kentte yaşayan Dönmelere gelince: Son yıllarda bu konu epey güncellik kazandı. Daha doğrusu kazandırıldı! Malûm çevreler talimat vermiş olmalı: “Laiklik bize Selanik ve Dönme kültürü ile girdi! Ceza olarak bu anlayıştaki sermaye çökertilip, tarikatçı sermaye ihya edilecek!” Taşradaki ihaleler ve kimi özelleştirmeler bunu açıkça gösteriyor.

            Dönmelerin öyküsü şu: İzmirli Sabetay Sevi hidayete erip “Ben Mesih’im” der. 1655’te Selanik’e gelince kimi Yahudiler onun telkinleri ile dinlerinden çıkarak, ilkelerini Sabetay’in koyduğu yeni bir dine girerler. Yandaşları hızla çoğalınca Osmanlı el koyar duruma. Öldürülme veya İslâm’ı seçme arasında kalan Sabetay, can telâşı ile Müslüman olur (1666). Buna kahreden kimi müritleri tekrar Yahudiliğe dönerler; kimisi bir keramet vehmedip Müslüman olurlar. Ancak bunlar “güya Müslüman” olup, gerçekte gizli Yahudi imişler. Selanik’te yeni bir cami yaptırmaları; yüksek sesle salâvat getirmeleri; çocuklarına Müslüman adı koymaları göstermelik imiş. Uydukları ana kural: Müslümanlarla kız alıp vermemeleri.” Bu katı kuralı ilk Sabiha Hanım bozdu ve Zekeriya Sertel’le evlendi.

Ancaaak.... Çağdaş eğitim konusunda ilk talep hep onlardan gelir. İlk onlar açarlar Selanik’te Fevziye ve Terakki mekteplerini. Gün gelecek bu okullar İstanbul’a taşınacaktır.

            Dini ayrıma göre oluşan mahallelere gelince: Müslüman nüfus arka planda ve yamaçta otururken, Yahudiler ve Rumlar genellikle deniz kıyısında ve Vardar Caddesine cepheli semtlerde oturmaktalar.

Günümüzde kentin simgesi olan Beyaz Kule’nin eski adı Kanlı Kule. Ölüm cezasına çarptırılanlar, yere çakılı uçları sivri demir kazıkların üzerine atılırmış kuleden. Bu uygulama kalkınca kule beyaza boyanır ve adı Beyaz Kule olur.

1869’da deniz tarafındaki surlar yıkılarak kent denizle tanıştı. Beyaz Kule ile Olimpos Meydanı arasında halk akşam üstleri “piyasa yapmağa” başlar. Sayısı artan çeşitli okulların, hastanelerin, önce atlı sonra telli tramvayın hizmete girmesi modernleşmenin diğer boyutu. Osmanlı ülkesinde elektriğe ilk kavuşan kent Selanik’tir. Yeni yaptırılan gösterişli bir Hükümet Konağı ve limana dikey inen Sabri Paşa Caddesi, Osmanlı’nın kente ilgisini göstermekte. 2. Meşrutiyetin ilanı üzerine Enver Paşanın nutuk verdiği Olimpos Meydanı, bundan böyle Hürriyet Meydanı olur. Sosyalist düşüncenin ilk filiz verdiği yer olan Selanik’te, ilk işçi grevleri de aynı yıl yapıldı (1908).

Osmanlıda sınır bölgeleri elden çıkmağa başlayınca, uzak yerlerden göç edenler Filibe ve Edirne ile birlikte o aşamada güvenli saydıkları Selanik’e yerleştiler. Zamanla bunlara Kafkasya’dan gelen kimi Çerkez boyları da eklenir. Bu göçlerin ana nedeni 93 Harbini Rusların kazanması. Vardar Kapıya yakın Boşnak İşhanı ile Arnavut börekçi ve Arnavut ciğerci sayısındaki artış bu göçlere işaret.

Doğu surlarına dışarıdan paralel olarak yapılan Hamidiye Caddesi, Osmanlının kente son armağanı. Yol açılırken bazı mezarlar yola gitmiştir. Yunanlılar ileride birbirine yakın Türk ve Yahudi mezarlıklarını tümüyle kaldırarak bu bölgeye Aristo Üniversitesini kurdular.

            Eski döneme ilişkin son cümle Elias Petropoulos’tan: “Selanik evlerine özgü o koku beni sarhoş ederdi. Gülsuyu, kızarmış soğan ve olgunlaşmış kavun kokularının karışımı bu kokuyu hâlâ özlemle hatırlarım.”

 4-Selânik Vilâyeti Deyince

Selanik Vilâyetinin 1908’deki mülki yapısını tarihçi Yılmaz Öztuna’da buldum. Kentin yüzölçümü 35.000 km2. Doğu sınırı, Batı Trakya ile Makedonya’yı ayıran Karasu nehri. Batıda, Arnavutluk sınırına yakın Florina. Güneyi Yenişehir(Larissa), Serfiçe ve Kozani ile çevrili. Eskiden Selanik Vilayetine bağlı olan Ustrumca, Tikveş, Doyran ve Gevgili bugün Yugoslav’dan ayrılan Makedonya’ya; Nevrokop, Petriç ve Cumayı Bâlâ ise Bulgaristan’a kaldı. Köprülü kazası evvelce Selanik’e bağlı iken 1908’de ayrıldı.

Vilayet 4 ayrı Sancak’tan oluşuyordu. Genç kuşaklar için belirtelim; Sancak, o tarihte Vilayet ile Kaza (İlçe) arasındaki ayrı bir yönetim birimi. Selanik Vilayetine bağlı Sancaklar: 1-Selânik (Merkez) Sancağı. 2-Drama Sancağı. 3-Serez Sancağı. 4-Taşoz (Adası) Sancağı. Bunlara toplam 28 kaza, 53 nâhiye (belde) ve 1 954 köy bağlıydı. Kentin vilayet genelindeki toplam nüfusu 1 milyon 415 bin kişi. Sancaklara bağlı kazalar şunlar:

Selânik Sancağı: 1-Selanik (merkez kaza), 2-Kesendire, 3-Karaferye, 4-Yenice, 5-Vodina, 6-Langaza, 7- Gevgili, 8-Kılkış, 9-Doyran, 10-Usturumca, 11-Tikveş, 12-Katerin, 13-Aynaroz, 14-Karacaova.

Serez Sancağı: 1-Serez (merkez kaza), 2-Menlik, 3-Zihne, 4-Razlık, 5-Petriç, 6-Demirhisar, 7-Nevrokop, 8-Cuma-i Bâlâ.

Drama Sancağı:1-Drama (merkez kaza). 2-Kavala, 3-Sarışaban, 4-Pravişte 5-Robçoz.

Taşoz Sancağı: Taşoz adası. (merkez kaza).

Kimi adlar şu çağrışımları yapıyor bende: “Tikveşli Yoğurdu” bize Tikveş’ten mirastı. Evvelce Doğan Vardarlı’ya ait olan bu şirket önce Sabancı Holdinge, sonra Danone firmasına geçti. Vodina’nın kavunu ve çağlayanları ünlü. “Voda” Bulgarca “su” demek; Vodina, “suyu bol yer” anlamında. Drama’nın tütünü ve “Debreli Hasan” türküsü meşhur. Doyran adı, “doyuran”dan türeme. Evliya Çelebi Doyran gölünün balığını överken: “sadece tatlısı yapılmaz” diyor. Yenice, divan şairleri ile nam salmıştır. İslâm solcusu Şeyh Bedrettin’i astıkları esnaf çarşısı, mahcup eder hep Serez’i. Aynaroz’a gelince, Ortodoks manastırları ve Türk tiyatrosundaki “Aynaroz Kadısı” ile ünlü. Usturumca ne demek? Yamaca kurulu ilçede aşağı mahalle Türkçe konuşuyor; üstü Rumca. Bu “üstü Rumca” olmuş “Usturumca”! Benzer öykü Karaferye için geçerli: “ Kara Fahriye” lâkaplı hanımın adı, aceleci ağızlarda olur Karaferye! Langaza deyince aklımıza Mustafa Kemal’in çocukken karga kovaladığı yer geliyor.

Bizler o maziyi “o ka(dar)” unutmuşuz ki, televizyondaki “Elveda Rumeli” dizisinde, Batı Trakya’ya komşu Drama’nın Pürsıçan Nahiyesi, taa Kuzey Makedonya’ya taşınmış; ve ilçe yapılmış. Drama ve Kırcali şivesine benzemesi gereken Pürsıçan şivesi, Gostivar şivesi olup çıkmış!

5-Kentin Asıl İşlevi

Kente dair yapılmış jeopolitik bir tanımlama şöyle: “Selanik, Batı’nın en Doğu ve Doğu’nun en Batı kenti.” Bu tanım kentin yüklendiği ana işlevi yansıtıyor. İlk aşamada Köprülü üzerinden geçen demiryolu Üsküp ve Priştine’den sonra Mitroviçe’ye varır. Yapılan bir diğer hatla 1909’da İstanbul’a ulaşır. Başka bir hatla Manastır’a bağlanır. Bu bağlantılar sayesinde limanının cazibesi artar ve Selanik güney kapısı olur Orta Avrupa’nın. Kapitalizmin hızla gelişmesi sonucu yabancı tacir, Levanten, komisyoncu ve tercüman sayısının hızla arttığı, halkının gittikçe karmaşık hale geldiği yer olur Selanik.

Bilenler hoş göre; bilmeyenler sabrede: Yenice, Selanik’in kazası olup Evrenos Gazi’ye padişahça verilen bir aile yurdu. Vardar nehrine yakınlığı yüzünden Vardar Yenice olmuş adı. Tütün tohumu ilk kez Amerika’dan deniz yoluyla Selanik’e geldi (1606); aynı yıl Yenice’de ekildi. Tekel’in eski Yenice sigarası o meçhul(!) geçmişten bir selâmdı..

Yahudiler 1512’de Selanik’te ilk matbaayı kurdular. O tarihte Yavuz Selim’in İran’ı almasına iki yıl, matbaayı İstanbul’a getirecek olan İbrahim Müteferrika’nın doğumuna ise 160 yıl var daha. Bütün bunlar şu demektir: İlk yatırımlar ve modernleşme Selanik’te başlar. Kentin tarihteki asıl işlevi bu olur.

Bilinçli ve pazara yönelik tarıma çok erken başlandı. Gerçi Bursalılar da ipekle öğünürler ama, Selanik bu alanda geri kalmıyor bizden. İpek ve yün dokuma işinin yanı sıra un değirmenleri, tuğla, kiremit ve bira fabrikaları yıllar önce kurulur. Hemen hepsi Yahudilere ait olan bu yatırımlarda öne çıkan bir ad var: Dr. Moiz Allatini. Kent dışına yaptırdığı Allatini Köşkü ise, dillere destan! Gün gelecek bu köşk, tahtından indirilip Selanik’e sürgün edilen Abdülhamit’e “mahpushane” olacak.

Karmaşık bir kültürün yaşandığı “Doğunun en Batı” kentinde, en belirgin nitelik, devletin şeriatla yönetilir olmasına rağmen, görülen laik yaşam ve özgürlüktür. Bu yüzden kentin bir diğer adı, “Kâbe-i Hürriyet”tir! Basın yayın ortamı İstanbul’a oranla çok daha elverişlidir. Dini ve etnik guruplar kendi gazetelerini rahatça çıkarmaktalar. Edebiyat tarihinde övünçle sözünü ettiğimiz Genç Kalemler mecmuası burada çıkıyor. Gazeteci Yunus Nadi, Selanik’e gelerek başyazarlık yapmakta; gazetenin adı: Rumeli. Mustafa Kemal’le dostlukları o dönemden kalma. Dinç Bilgin’in dedesi kentte “Asır” gazetesini çıkartıyordu; İzmir’e gelince gazete “Yeni Asır” oldu.

Eğitim tarihimizde Selanik büyük önem taşıyor. Mustafa Kemal’in mektebinde okuduğu Şemsi Efendi’den çok önceleri Abdi Efendi ile Selim Sabit Efendi var ki, Necdet Sakaoğlu’nun ”Osmanlı Eğitim Tarihi” kitabından aktaralım:

“Selânikli eğitimciler, okul, metod, kitap açısından, yenileşmenin bayraktarlığını yaptılar. Selim Sabit Efendi’nin Rehnüma-yı Muallimin adlı, öğretmen kılavuz kitabı ile Elifba-yı Osmanî adlı ders kitabı, daha başka elifbalar, kitapçıklar, haritalarla araçlar; usul-i cedid programını benimseyen okullara girdikçe gericilerin kıpırdanmaları da arttı. Maarif Nâzırı, Selim Sabit Efendi ile öteki aydın öğretmenleri katına çağırıp “Okulların bu duruma getirilmesinin dine aykırı görüldüğünü, Kur’anı Kerim’in diz çökmeden öyle sıra üstünde el ayak sallanarak okunamayacağını, Şeyhülislâmın, bu Frenk işlerinin doğru olmadığına ilişkin fetvâ verdiğini, ortalığı velveleye vermemek için işi yavaş yavaş götürmelerini” söylemişse de nümune iptidâileri, İstanbul’da, Selânik’te, Mithat Paşa’nın girişimiyle Tuna Vilâyeti’nde daha sonraları da ülkenin her tarafında hızla yayılmıştır.”(s.87)

Gel de kıyaslama: Osmanlının Milli Eğitim Bakanı ilerici öğretmenlere “işi yavaş yavaş götürmelerini” öğütlerken... Cumhuriyet döneminin kimi hükümetleri ve Milli Eğitim Bakanları, “işi yavaş yavaş başka yöne”(!) götürmekteler! Dikkat buyurunuz: Abdülhamit’in açtığı okulları bitiren asker ve sivil kadrolar... Yurdu işgalden kurtarıp cumhuriyet devrimini başarmış iken... Cumhuriyet okullarından mezun kimi genç kuşaklar, bugün yüzlerini ekşitiyor Atatürk’e ve çağdaş kültüre.

Özetle: Aklın egemen olduğu bir dünyanın talep edildiği yerdir Selanik. Bunu toplumuna yansıtmak ana işlevi olur. Bu işlev ışık tutar Cumhuriyet Devrimine.

6-Selânik İnsanları

Vilâyet düzeyinde derlediğimiz “Selanik İnsanları” sayısı 200’e ulaştı. Bu adlar nitelikli özellikleri olan, tarihimize ve kültürümüze damga vurmuş kişiler. Yakın tarihimizde eğer onlar olmasaydı Kurtuluş Savaşını ve onu izleyen Cumhuriyet Devrimini kolay kolay yapamazdık. Hiç kuşkusuz bu başarı, Anadolu halkına rağmen olmayıp,onlarla birlikte sağlanmış ortak bir başarıdır.

Konu bağlamında birkaç adı anmamız yeterli: Mustafa Kemal’in baba tarafı Kocacıklı. Manastır’a bağlı Debre’nin nahiyesi Kocacık. Numan Kartal’ın konuyu titizce araştırarak yazdığı kitap: “Atatürk ve Kocacık Türkleri”. Atatürk’ün ana tarafı Kayalar’dan. Vodina’nın batısına düşen Kayalar’ın, iki başka adı daha var: Sarıgöl ve Cuma. (Not düşelim: Necati Cumalı’nın Florina’da esnaf babasına Cumalı Mustafa derlerdi; soyadı oradan miras) Kaza yapılan Kayalar daha sonra Manastır’a bağlandı. Zübeyde Hanımın ailesi 150 yıl önce Sarıgöl’den göç etti Langaza’ya. Orada Sarıyar köyüne yerleştiler; 1857’de burada doğar Zübeyde Hanım.

Türk Ulusunun iki şansından biri Mustafa Kemal’i çıkartmak; diğeri ABD’nin o tarihte Ortadoğu’ya bu denli çöreklenmiş olmaması. Kurtuluş Savaşı eğer bugüne kalsaydı, ABD hemen “Sultanın kabul ettiği Sevr’i nasıl kabul etmezsiniz!” deyip, karşı çıkardı!

Selanik doğumlu kimi adlara gelince: Salih Bozok, Nuri Conker, Refet Bele, Mithat Şükrü Bleda, Nazım Hikmet, Şükrü Naili Paşa, Dr. Nazım Bey, Maliyeci Cavit Bey, Tahsin Uzer, Asaf İlbay, Osman Kibar, Dr. Şefik Hüsnü Değmer.

Selanikliler birbirini ağızlarına besleyecek kadar tutuyorlar mı? Hayır. “İzmir Suikastı” davasında hedef Mustafa Kemal’di; sanıklardan ikisi hemşerileri: Maliyeci Cavit Bey ve Dr. Nazım Bey. Çok ilginçtir; idam cezalarının infazında boyunlarına ilmiği Selanikli bir çingene geçirdi; cellat Kara Ali!

            Kentin kazalarında doğmuş adlar yok mu? Kimi ansak birileri hep eksik kalacak. Geliniz, listeyi yine mütevazı tutalım: Kesendire doğumlu tarihçi Afet İnan, Doyranlı babası memurken doğdu orada. Drama, aktör Otello Kâmil ile bestekar Yesari Asım Arsoy’un; Serez, öğrencilerine Çanakkale Savaşını anlatırken ölen Galip Vardar ile Türk milliyetçisi Moiz Kohen’in (Munis Tekinalp);Yenice, general Ahmet Derviş Paşanın; Vodina, Beşiktaşlı Hakkı Yeten ile filmci Hürrem Erman’ın; Katerin, yazar Aka Gündüz’ün; Kavala, Prof. Oktay Sinanoğlu ile TKP’li Zehra Kosova’nın; Ustrumca, gazeteci Zekeriya Sertel’in; Nevrokop, çevirmen ve DP’li politikacılar  Cevdet ve Mithat Perin kardeşlerin; Karacaova, botanikçi Yusuf Vardar’ın; Taşoz, yazar Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu’nun doğum yerleri. Menlik ise, Münevver Ayaşlı’nın baba toprağı.      

            7-“Haçan koptu Balkan Harbi”!

Osmanlı Devleti Balkan Savaşına pek gafil yakalandı. Dönemin Selanik valisi Nazım Paşa’ya, tarih insanı üzen bir sıfat taktı: Son Selanik Valisi! Nazım Hikmet’in dedesi olan paşa, askeriye paşası olmayıp yönetici paşa. Dönemin Selanik Garnizon Komutanı Tahsin Paşadır. Onun fikri ve tavsiyesi üzerine, “Pum demeden bir silâh / Verdik gitti Selanik!”

Tarih: 10 Kasım 1912.

Tüm Selanik Türklerini üzen o “Yürek Selanik” lâfı, kentin bedava tesliminden mi kaldı? Ben sanmıyorum. Tarihte “Selanik Olayı” şeklinde geçen olayda, bir Bulgar kızının Türk delikanlı ile evlenmesine karşı çıkan Fransız ve Alman konsolosları linç etmişti Selanik Müslümanları. Kentin tesliminde onların bir suçu yok. Bu deyim, nüfus çoğunluğunu ellerinde tutan Yahudilerin, çıkarcı olmayı cesur olmaya tercih etmelerinden doğmuş olabilir. Eğer doğru olsa, bre nasıl çıkar Selanik’ten o koca Mustafa Kemal?!

Benim ana ve baba tarafım Selanik-Vodina’nın Osluv köyünden. Kaymakçalan Dağının güney eteklerine kurulu bu köyde Balkan Savaşı sonunda başlayan döneme, “gâvur altında yaşamak” diyorlardı; yetiştiğim yaşlılar. O dönem nüfus mübadelesine kadar 12 yıl sürer. Şimdi o günlere dair şanlı bir sayfayı yazmamı bekliyor olabilirsiniz. Fakat tam tersi olacak; duyduğum o kara sayfayı aktaracağım.

Çevresinde netameli köy olarak bilinen Osluv’da, ilk zayiat daha Yunan askerinin geldiği gün verilir. Eskiler ne demişler: “Soydan soy çıkar; soydan bok çıkar!” Kendisinden hiç umulmayan bir adam, o gün attı başından fesi; giydi viran bir şapka; dönüp demesin mi:

”- Ben artık Yunan oldum. Siz başınıza çare arayın!”

Yunan işgal komutanına gidip çakmış selâmı:

“ - Emrinizdeyim!”

Onu muhbir olarak kullandılar. Kimde ne silah var; hangi evde kesici alet neler var; kimlerin parası çok, kimlerin zahire ambarları dolu; hep o rezil anlattı. Herkesi falakaya yatırıp bastılar sopayı. Vurdular göğsüne dipçiği. Geceleri komşu Jervi köyündeki Sırplardan parayla silâh satın alır; yakınlarımızı kurtarmak için “işte onun tabancası” deyip teslim ederdik.

Bir gece Yunan devriyeler yakalamış Jervi’den dönenleri:

“ – Ne işiniz var gecenin bu vakti yolda?”

Biraz hık-mık edip itiraf etmişler yaşadıkları taksiratı. Bu olaydan sonra baskı epey azalır. Başlangıçta düşmandan çok saygı gören o muhbire gelince; -aralarında ne geçti ise-, birkaç ay sonra Yunan subayı demiş ki:

            “- Sen kendi milletini ihbar ettin; yarın şartlar değişirse bizi de ihbar edersin!”

            Ötesini gözlerimiz gördü kardaşçağzım: Onu köy meydanındaki çınara ayak bileklerinden bağlayıp baş aşağı astılar. Yığdılar altına odunları; yaktılar koca bir ateş. Te üle bağıra çağıra yandı geberdi!

            Anadolu’yu işgale gittiklerinde içerde iyi davrandılar bize. Birkaç yıl sürdü bu. Haçan duyduk yenilmişler Gazi’nin ordusuna; İzmir’de almışlar soluğu! İşin rengi o zaman tekrar değişti. Anadolu’dan kaçan Rumların bazıları köyümüze gelince tadımız tuzumuz kalmadı. Un değirmenleri yarıya öğütmeğe başladı. Tarlaları evleri bırak, tavukları bile bölüştük. Çoğu onlara verildi; azı bize.”

            Tarihçi Paul Vittek, Rumeli’yi Osmanlı’nın “varlık sebebi” olarak nitelemekte. İlber Ortaylı ise, “Balkan Savaşı yenilgimizle Osmanlı devleti 1912’de fiilen sona erdi” diyor.

            Özetle, devletin “sol kolu” gidince, artık işe yaramaz  “sağ kolu”!

8-“Küçük Asya Felâketi”

            Bu tanım Yunanlılara ait. Türkler karşısında uğradıkları yenilgiye “Küçük Asya Felâketi” diyorlar. Özgün hali: “Mikro Asyatiki Katastrofi”. Bu olay Yunan tarihinde kavşak kabul edilerek “öncesi ve sonrası” şeklinde ikiye ayrılıyor çoğu kez. O denli iliklerine işlemiş aldıkları yenilgi. Oysa yıllardır güttükleri “Megali İdea” (Büyük İdeal) politikası Batı Anadolu’yu da kapsıyordu. Yapacakları denizaşırı harekâta dış destek aranırken, İngiltere’den geldi bu yardım. Çanakkale’de Türkler karşısında boyunun ölçüsünü alan İngilizler, Anadolu’yu işgal düşlerinde Yunanlılara, “korkmayın, arkanızda biz varız”; dediler. Alexander Anastasius Pallis’in konuya ilişkin kitabı: “Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922)“ adını taşır. Yaşanan bu macerada İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve ABD’nin sorumluluk payları tek tek sıralanırken, Yunanistan sanki sütten çıkmış ak kaşık!

            Oysa Anadolu’ya asker çıkarmanın kaybedilmeğe mahkum bir kumar olduğunu söylüyordu solcu Yunan politikacılar. Kimi deniz subayları da aynı görüşteydi. Çıkarma yapmakta işi ağırdan alıyorlardı. Sonunda gittiler, Balkan Savaşında Türklere karşı savaşmakta antrenmanlı Makedonya’daki Larissa Tümenini Kavala’da gemilere yüklediler. Yol boyunca onlara eşlik eden İngiliz ve ABD gemileri moral destekti. Fakat İzmir’e adım attıkları an Selanikli gazeteci Hasan Tahsin çaktı ilk kurşunu! Ötesi, Yunanistan’da dört yıl boyunca istikrarsız yönetimler ve Anadolu’da “şamşirini tirini” bir askeri komuta! Mustafa Kemal Paşa:

“ - Ordular... İlk hedefiniz Akdeniz!”

            Dediği an başladı onların “Mikro Asyatiki Katastrofi” dedikleri.

            Bursalı Nurettin Paşa ise İzmir’de kestirip atar son sözü:

“ - 1 Ekim’e kadar Ege Bölgesinde tek Rum kalmayacak!”

İlk etapta 1 milyon 200 bin Rum can telâşı ile terk etti Anadolu’yu. Sadece Orta Anadolu’da yaşayan 250 bin Rum kaldı ileride yapılacak mübadeleye. O tarihte nüfusu 4 milyonu biraz geçen Yunanistan’a 15 günde 1 milyonu aşkın insan gelirse ne olur? İlk etapta Ege adalarına yığılan Rumlar, ardından Pire ve Selanik rıhtımlarına serildiler: Olanca sefalet, açlık, şaşkınlık ve düş kırıklığı ile. Kentte sıkıyönetim ilân edilir. Havalar soğumağa başlayınca gelenlerin Türklerin evlerine girmelerine izin verir sıkıyönetim. Bu kez mesken sahibi Türkler’le mülteciler arasında kavgalar başlar. Salim Şengil ile Reşat Tesal’ın yazdıklarında rastlarız buna. Anadolu’da yan yana yaşadıkları Türklere ihanet pahasına, “Büyük Yunanistan” düşlerine katılmaları hiçbir işe yaramadı. Üstelik gün geçmiyordu ki Yunanlılar kendilerine “Türk tohumu” diye hakaret etmesinler...

Son çare, alkol ve afyon eşliğinde Rembetiko müziğine sığınmak olur. Bizim “aman“ sözcüğünden gelen “amane” gazellerinin biri biter, öteki başlar. Gün ola Münir Nurettin’in söyleyeceği o özlem yüklü “Çıkar yücelerden haber sorarım” şarkısını söyler, İzmirli Marika Ninu. Ne yücelere çıkması?! Tenekeden yapılma baraka evlerde yoksulluk diz boyu. Çok sürmez; Vardar Kapı çıkışında Anadolu göçmeni kadınların çoğunlukta olduğu öyle bir fuhuş pazarı oluşur ki, deme gitsin! Hitler’in orduları çekilip gidinceye kadar (1944) sürer bu durum.

9-Nüfus Mübadelesi

Kurtuluş Savaşının sonrası Türkiye ile Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesi (değişimi), dünyadaki genel gidişe uyarak, milletlerin kendi milli devletlerini ve milli ekonomilerini kurmaları amacına yöneliktir. Lozan görüşmelerinin ilk etabında varılan mutabakat: “Al milletini, ver milletimi!” şeklinde olur. İki ulus arasında dökülen kan, ağız tadı bırakmamıştır eski ortak yaşamdan.

Bu talep, Yunanistan’a sığınmış Anadolu Rumlarına başlarını sokabilecekleri evle birlikte geçimlerine yetecek mal bulabilmek için karşı tarafça dile getirilince, öneriyi hemen kabul etti Türkiye.
            Yapılan mübadele ile kaçanlarla birlikte 1 buçuk milyon kişi gitti, “suyun öte yanına”. 400 bin kişi geldi bu yana. Bunun 80 bini Girit ve Ege adalarından; kalan 320 bini kuzey Yunanistan topraklarından. Gelenlerin çoğu giden Rumların boş bıraktığı yerlere iskân edildiler.

İskân Yasası, Balkan Savaşından sonra Türkiye’ye gelenlere de mal verilmesini öngörmüştü. Göçle geldikleri Anadolu’da yeniden savaş acıları çeken on yıl önceki “Balkan Muhacirleri”, gelen mübadillerle birlikte mal-mülk sahibi olurlar.

Mübadeleyi yaşayanları bularak onların öykülerini yazmanın ustası gazeteci İskender Özsoy’dur. Bir ayağı çukurda olan yaşlı insanların anlattıkları yürek burkan anılar. İskender Bey bunları derlerken Türk ve Yunan ayrımı yapmamış. Herkes eteğindeki taşı döktükten sonra söylüyor, karşı tarafı ne kadar çok sevdiğini. Kusur politikacıların imiş! Oysa Rempetiko filminde bile var o sahne: İşgal öncesi İzmir’de “sahne alan” saz heyeti ve koro, Venizelos’u öven şarkılar söylemekte. Buna rağmen saptanmış “bu belge anılar” tarihsel bir doküman niteliğinde. Çok ilginç ve konuya meraklı herkese gerekli.

Gelelim kendi yaşadığımıza.

Yeniköy’de yaşı doksanı geçkin Fehim Kuru’dan dinledim: “Son beş-altı ay Anadolu’dan gelenlerden birkaç hane bizimle beraber kaldılar. Ev sıkı-tepiş; bahçe ve avlu çadır dolu. İçlerinde Bandırmalı bir aile vardı. En çok onlarla görüşüyorduk. Benimle akran kızları Mariya ile Lenku idi. Avluda beraber oynardık gün boyu. Bir gece bizim samanlığı yaktılar. Kim yaktı ne bilelim? Hayır için yakmadılar tabi. Köyden ürkütüp ev arsası yapmak için yaktılar. Bandırmalı kadın o sabah anama demiş:

“-Aman komşucum, ne olur gidin artık!”

O gün değil ama ertesi gün bütün köy halkı denklerimizi atlara eşeklere yükleyip köyden ayrıldık. Ağlaya sızlaya indik Osturva’ya. Orada yüklerimizi indirip hayvanları serbest bıraktık. Yol buyunca peşimizden gelen Anadolu Rumları, biz daha yükleri indirirken başladılar kavgaya. Atları eşekleri “hay sen alacaksın, vay ben alacağım” kavgası.

Biz orada yalnız hayvanları bırakmadık ki! Çocukluğumuzu, gençliğimizi, anılarımızı bıraktık. Kim bilir kaç kuşaktır o topraklarda yatan ceddimizi bıraktık. Bindik az sonra Florina’dan gelen kara tirene. Önce uzun bir düdük çaldı tiren; sonra yavaş yavaş hareket etti. Savurduğu dumanların arkasında kaldı köyümüzün yolu. Başladık ağlaşmağa. Bir daha görüp yürüyemeyecektik o yolu yukarıya doğru. Karaferye üzerinden Selanik’e geldik. Rıhtım binlerce insanla doluydu. Ortalık sefil ve perişandı. Vapura binme sıramız gelinceye kadar bizi körfeze yüksekten bakan Tumba’da beklettiler. Köyün halkını iki vapura bölmüşler; ilki İzmit’e gitmiş; biz gittik Mudanya’ya.”

Ayrı ve özel bir cümle: Mustafa Kemal’in akrabaları İnegöl-Cerrah’a yerleşir...

10-Selanik’ten Bursa’ya

Bursa ile Selanik arasında öyle bir “özel dönem” var ki, değinmemek olmaz. Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Yunus Nadi ve hatta Saidi Nursî kentin cazibesine kapılarak Selanik’e giderlerken, Bursalı aydınlar gitmesinler olur mu? Hepsi şevkle gittiler.

Bursalı Mehmet Tahir Bey, müdür ve öğretmendi Selanik Askeri Rüştiyesinde. Hakkı Baha (Pars) Bey, aynı kentte öğretmendi gençliğinde. İlki, Mustafa Kemal’in öğretmeni olur; diğeri arkadaşı. Hakkı Baha’nın evinde o gece yapılan gizli bir toplantıda, zamanla İttihat ve Terakki adını alan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu (Eylül 1906). Mustafa Kemal’in de toplantıya katıldığı o gece, henüz yeni evliydi Hakkı Baha. Sırtında şık bir robdöşambır ile karşıladı gelenleri. Birkaç muzip arkadaş, yeni damadın burnunu ve kulak memelerini yoklar; “gevşeme var mı?” diye! Önce biraz -ne birazı epey- gülüştüler; peşinden ortam ciddileşti. Mustafa Kemal geleceğe dönük inanç dolu konuşmasını yaptı. Masaya konulan tabanca ve Kuran’a el basarak yemin edildi. O gece Bursalı Ömer Naci de vardı aralarında. Sınıf arkadaşıydı Mustafa Kemal’in. Evet, siyasi tarihimizde İttihat ve Terakki’yi kuran ilk on kişiden üçü Bursalı.

            Devran başka türlü döndü. Balkan Savaşı sonu Bursa’ya başlayan insan göçü mübadele ile devam etti. Kaçan Rumların boş bıraktığı yerlere iskan edildiler gelenler. Mübadelede ne kadar insan geldi? 7 480 hane; 9 015 aile ve 32 315 kişi. Başta kıyı bölgeler olmak üzere gelenler her yere dağıtıldılar. Mudanya ve Gemlik denizle barışık Girit ve Preveze mübadilleri tarafından rağbet gördü. Karacabey, Orhangazi ve İznik tarımla uğraşan Yunan Makedonya’sı göçmenlerine mekân olur. Mübadele, İmar İskân Vekaletinin bu aşamada kurulması; başına Celal Bayar’ın getirilmesi şans olmuştur Bursa’ya gelenlere. Raif Kaplanoğlu’nun “Bursa’da Mübadele” kitabında konunun öteki ayrıntıları mevcut. Bursa’ya ne zaman geldiklerine bakmadan, Selanik Vilâyetinde doğanları yaş sırayla analım:

Hacı Fehmi Bey (Drama,1872) Kuvayı Milliye’de milis komutan; adına türkü yakılan  Debreli Hasan’ın yeğeni.

Esat Sagay (Karaferye,1874) Subay ve üç dönem milletvekili.

Şükrü Naili Gökberk (Selanik,1876) Bursa’yı işgalden kurtaran birliğin komutanı.

Ahmet Tevfik Öber (Karaferye,1882) Eczacı, musiki ve kültür adamı. Hatırlarım; koltuğunda oturuşu bile haza beyefendi idi. Oğlu Prof. Dr. Ahmet Öber, İstanbul Cerrahpaşa Tıp Fakültesi öğretim üyesi.

Mehmet Rüştü Egel (Vodina,1892) Selanik’te Ziraat Mektebi öğrencisi iken Balkan Harbinde ailesi ile birlikte Orhangazi / Yeniköy’e gelmişler. İşgali ve Kurtuluşu Türkiye’de yaşadı. Bursa İpekçilik Mektebi mezunu ve 4. dönem milletvekili.

Hüsnü Ortaç (Selanik,1890) Müzik öğretmeni folklor araştırmacısı.

Ahmet Yolukar (Selanik,1901)Bursa’da  Turan Pastanesi sahibi.

Şükrü Değişmez (Vodina,1893) Namı diğer meyhaneci Arap Şükrü. Bursa biraz da “Arap Şükrü Sokağı” ile artık Bursa. Masaların yola taştığı, nağmelerin gezindiği o sokak kalktığı an Bursa eksiktir! Ses sanatçısı Güzin Değişmez torunu olur.

Zehra Budunç (Selanik,1897) Ankara hükümeti lehine istihbaratçı, eğitimci, milletvekili.

Fatma Zehra Yazıcıgil (Selanik,1904) Hukukçu ve tarih öğretmeni. Bursa Erkek Lisesi koridorlarında, nöbetçi olduğu gün tek-bir bakışla sağladığı disiplin hâlâ aklımda.

Hasibe Özeken (Selanik,1905) İlerici ve yurtsever kadın.

Vedide Baha Pars (Selanik,1907) Evinde İttihatçıların gizli toplantı yaptıkları Hakka Baha’nın kızı. Bursa Kız Lisesi edebiyat öğretmeni.

Cahit Ortaç (Selanik,1908) İdareci ve Adalet Partisi Senatörü.

Sabahattin Köksal (Vodina,1912) Bursa Barosunda avukat. Öteki meslektaşları: Ethem Kırgıl, (Vodina); Sadettin Evrim, (Drama); Mehmet Demirhisar (Demirhisar) kökenliler.

Reşat Esmer (Selanik,1914) Bursa Erkek Lisesi edebiyat öğretmeni. Namı diğer Posbıyık Reşat Bey. Oğlu mimar ve müzik arşivcisi rahmetli Ömer Esmer’i (Bursa,1946) tanımakla mutluyum.

Fethi Taşman (Vodina,1916) Taşman kardeşlerin en büyüğü. Ötekiler Derviş Sami Taşman (Vodina, 1921) ile Recai Taşman. İşleri gazetecilik. Bursa’da 1945-65 arası “Ant” ve “Yeni Ant”ı çıkardılar.

Ahmet Şadi Baykal (Vodina,1917) Asker ve şair. Subay oluşu nedeniyle kullandığı takma ad bu; gerçek adı Şadi Usal.

Kamil Özaltolmaz (Drama,1917) Futbolcu Aşçı Kamil.

Adil Edesen (Vodina,1921) Muhasebeci Adilço tam bir gönül adamı idi. Yaptırdığı okulun inşaatı ölümü ile yarım kalmıştı. Ne oldu acaba? Gazeteci Derviş Edesen (Vodina, ?) kardeşi olur.

Recep Kırım (Drama,1921) İşadamı, sendikacı ve politikacı. TEKSİF’in ve Türk-İş’in kurucularından. 1957 seçimlerinde DP’nin Bursa milletvekili seçildi. Yassıada’da yargılanıp hüküm giydi. Aftan yayarların çıktı ve AP İl Başkanlığı yaptı.   1980’de politikayı bıraktı.

Mustafa Taylan (Edirne,1925) Bursa’da gazino işletmecisi. Selânik göçmeni bir babanın oğlu.

Sadık Yılmaz (Karacabey,1929) Dramalı bir aileden ve SÜTAŞ’ın kurucusu. Oğlu Muharrem Yılmaz sürdürüyor halen bu işi.

Feridun Evrenosoğlu (Bursa,1931) Gazeteci. Babası Selanikli, annesi Vodinalı. Ancak yüzü selâmdı Yenice’den.

Lütfü Kutlu Özen (Drama,1939) Çamlık Pastanesi sahibi.

Demirali Pome (Ustrumca,1941) Emekli berber, halk filozofu, köşe yazarı.

Erol Demirhisar (Mudanya, 1944) İşadamı ve Belediye Başkanı. İstanbul Kabataş Lisesi mezunu. Mudanya’da akaryakıt istasyonu açtı. ANAP’tan 1994, 1999 ve 2003 yerel seçimlerinde Belediye Başkanı seçildi. Soyadı nedeniyle Demirhisar kökenli olduğu belli.

Muammer Çıpa (Gemlik,1945) Aktördü, vefat etti. Gemlik’teki Vodina mübadili ünlü Çıpalar ailesinden.

Bülent Gültekin (Orhangazi-Yeniköy, 1947) Ekonomist ve eski Merkez Bankası Müdürü. Turgut Özal’ın kurmayları arasında yer alıyordu. Anne tarafı Vodinalı.

Emin Gümüşkaya (Bursa, 1947) Tiyatro oyuncusu. 1972’de girdiği Bursa Ahmet Vefik Paşa Tiyatrosunda 1996-98 arası müdürlük yaptı. Ataları Selanik’ten göçmen.

Ali Aksoy (Orhangazi-Yeniköy,1948) Avukat ve yazar. Ailesi Vodina mübadili. Bu satırları yazan kişi.

Bilgin Alanbey (Bursa,1948) Avukat ve yerel siyasetçi. Balkan Savaşı sonunda Selanik’ten Bursa’ya göçmen. Lozan Mübadilleri Vakfı kurucuları arasında.

Hasan Soysal (Orhangazi-Yeniköy,1950) ve kardeşi Hüseyin Soysal (1951) Drama mübadili bir ailenin çocukları. Her birinin TRT repertuarında 200’e aşkın eserleri mevcut.

Hasan İçöz (Orhangazi-Yeniköy,1953) Harp Okulu öğrencisi iken, 1971’de “12 Mart Muhtırası” kurbanı oldu. Aynı yıl İ.Ü. Hukuk Fakültesini kazandı. Yargıçlık, avukatlık ve Marmara Birlik Genel Müdürlüğü yaptı. Bursa Barosu ile SHP’de görevler üstlendi.

Mustafa Bozbey (Bursa,1962) İnş.Yük. Müh. Ailesi aslen Langaza kökenli. İlkinde DSP’den, ikincide CHP’den Nilüfer Belediye Başkanı seçildi.

            İşbu adlar Bursa Ansiklopedisinde mevcut olmakla, daha geniş bilgiler emrinize amade. Birkaç maddeyi sonradan biz ekledik.

11-Vodina’dan Orhangazi’ye

İçlerinde dedemin olduğu Osluv köyü halkından bir bölümünü baştan Mudanya-Dereköy’e vermişler. Yaşlılardan duyduklarımı birleştirince şu anlatım çıktı:

“Adı gibi dere içinde bir köydü o Dereköy. Ne ovayı görür, ne deryayı. Aç kapa gözünü akşam olur. Rumlardan kalma büyük bir kilise vardı. Tepesinde koca bir çan. Karagon Mustafa elinde hiçbir alet olmadan üç gün uğraştı sökmeğe o çanı. Son gün karanlık basmıştı ki, söktü bre! Ertesi sabah bir çuvala koyup vurdu sırtına, götürdü Bursa’ya. Orada hurdacılara satmış. Parası ile yarım çuval un, gazyağı, tuz ve birkaç kalıp sabun almış; geldi Dereköy’e. Karısı günlerce fiyaka yaptı herkese:

“- Bizde gazyağı var, sabun var, yaaa!”

O köyü beğenmedik biz. Gittik bulduk Gemlik’e Celal Bayar’ı. O zamanlar Mübadele ve İmar İskân Vekili imiş Bayar. Ne bilelim biz. O bakarmış mübadele işlerine. Gemlik’te körfezi yukarıdan gören bir “tumbada” durduk; konuşuyoruz. Bayar’a böyle iken böyle dedik:

” - Biz mübadiliz. Dereköy’ü beğenmedik. Adı gibi dere içinde bir yer. Ne yapalım orayı? Biz isteriz köyümüzün altında geniş ova olsun; en aşağıda derya olsun. Geceleri mehtap vursun suyuna. Oturup muhabbet edelim. Yunanlılar attırmazdı; isteriz tekrar piştov atalım! Yatmayalım öyle tavuklar gibi erkenden!”

Bayar bu rahatlık ve talepler karşısında önce şaşırır. Ardından şunu der:

“ – Madem öyle, sizleri Gemlik’e iskân edelim. Dağ, ova, deniz hepsi var.”

Bizimkilerde akıla bakar mısınız? Bu öneriyi beğenmemişler.

“ - Gemlik’teki ovadan ne olur Bey! Mendil içi ka yer! Biz rençper adamlarız; isteriz büyük tarlalar. Balık mı tutsak bu yaştan sonra burada? Balık işi, tembel adam işi. Geniş yerler verin bize. Sürerken birkaç çift öküz birden koşalım.

Celal Bayar bu yörenin insanı. Ermenilerin gidişi ile nereleri boş kaldı bilmez mi?

Karsak Boğazına yönelip başka bir öneri getirmiş:

“ – Siz bu yolu izleyin. İleride göreceğiniz gölün adı İznik gölü. Güneyinde iki, kuzeyinde dört köy var; Ermeniler gidince boşaldı. Hangisini beğenirseniz sizi oraya verelim.”

Sonra yanındakilere dönüp şunu demiş Bayar:

“ – Mustafa Kemal’in amma hemşerileri varmış ha! Gemlik’te yer verdik beğenmediler; illa köy istiyorlar!”

            Bu küçümsenmeyi duymak çok zorlarına gitmiş. “Mustafa Kemal’in amma hemşerileri varmış!” dediği için ömrü billâh sevmediler Celal Bayar’ı.

            Ötesi... İstikamet, Karsak Boğazı!.. Tercih: Orhangazi’ye bağlı Yeniköy... Arkası Samanlı Dağları, önünde ova, en aşağıda İznik gölü. Yıl 1924. Dedem 36 yaşında; babam 6.

Kimisi aynı ilçeye bağlı Ortaköy ile Keramet köyünü beğenmişler.

Vapurları İzmit’e yanaşan dedemin bacanağı Sapanca’ya; diğerleri Karasu’nun Subatağı ve Yassıgeçit köylerine. Ana dedem önce Sapanca’yı beğenmişken, ardından Adapazarı-Ferizli’ye, en sonu Yassıgaçit’e yerleşen ağabeylerini kıramayıp o köye taşınır. Sivas’ın Suşehri’ne, Manisa-Alaşehir’e ve Tekirdağ-Mürefte’ye düşen yakınlarımız var. Bu sonuncular, Tumba’da beklemekten bıkıp, başka vapurlara sızarak Anadolu’ya daha önce kaçanlar. Anneannemin yeğeni Resmi Dayı, daha o zaman Bursa’da Çatalfırın’a yerleşir. Binalara su tesisatı yapmanın piri olunca, Subilir soyadını almış. Evlerinde üst kattaki bir odanın konsolu üzerinde, çerçevesi sarı yaldızlı bir aynanın önünde, Çanakkale’de bir zabitle evli kız kardeşinin düğün fotoğrafı.

            Bizleri evsiz barksız koymadılar diye canla başla sarıldık devlete. Başında Mustafa Kemal’in olduğu devlete sarılmamak olur mu? Günahtır bre! Anadolu’da artık dalımız kökümüz var. Var, ama... Ah, ah! Aklımızdan çıkmayan o özlemi torun Ali Aksoy sığdıracak iki dizeye:

“Kaç yıl oldu hâla mı emanet bakışları?

 Nerde Makedonya’nın saçaklarda buzlar mavzer kışları!”

Memleketten getirdiğimiz bir Vodina türküsünü yine aynı torun okudu, bestekâr Hasan Soysal aldı notaya. TRT’nin halk müziği derleme kuruluna sunmadan önce, ilk sizlere sunmaktayız. Telif haklarımız saklıdır; türkümüz âşikâre:

(BELGE: “Vapur Gelir Kalkacak” türküsünün notaya alınmış şekli.)

12-Memlekete İlk Ziyaret

Yeniköy’den Mehmet Uçar ve Ruşan Pala, 19 Eylül 1952’de memlekete ilk geziyi yaptılar. İlk gece Osturva’da çocukluk arkadaşları Stavro Hacıharisis’e (Yunanca yazılışı: Stavros Chatzicharissis) konuk olmuşlar. Hane halkı kendilerini gayet güzel ağırlamış. Geç vakte kadar konuşup hasret gidermiş, ardından yatıp uyumuşlar. İçlerinden biri gece tuvalete kalkınca, bir ara camdan dışarıya bakmış. Bahçedeki ağacın altında omuzu silahlı bir adam duruyor. Bunu görünce hayli tedirgin olmuş. Durumu uyandırdığı arkadaşına anlatır; sofrada gördükleri onca yakınlıktan sonra bir anlam veremezle bu duruma.

Ertesi sabah konuklarını yüzleri asık görür Stavro. Akşamki neşeden hiç eser yoktur. Üstelik kahvaltı etmeden ayrılmak istiyorlar evden. Nedenini merak edip üsteleyince, yattıkları odanın camı altında gece omuzu tüfekli bir adam gördüklerini; buna çok yadırgadıklarını söylemişler. Stavro yaptığı işi sonunda itiraf etmiş:

“ – Onu bahçeye nöbetçi olarak ben koydum. Olmaz ama... Biri çıkıp da şeytana uymasın; geç vakit bir tatsızlık yapmasın diye!”

İkna olup gönül hoşluğu ile ayrılmışlar evden. İkinci gün Osturva’ya 4 km. uzaklıktaki kendi köylerine çıkmışlar. Tüm sokakları tek tek gezilerek hasret giderilir. Çeşmelerden su içilir kana kana. Fakat akşam yaklaşınca, kimse çıkıp “gelin bizde kalın” demez. Çünkü onların hepsi Anadolu göçmeni. Birlikte yaşanmış ortak çocukluk günleri yok. Oysa şairin dediği: “Hatıralar dal istiyor / Kuşlar gibi konacak.” Akşam üstü melûl-mahzun yine Osturva’ya iner, Florina’dan gelen tirenle Vodina’ya dönerek bir otelde kalırlar.

Stavro Hacıharisis dört yıl sonra Mehmet Uçar’a yazdığı 17 Ekim 1956 tarihli mektupta eski dostlarını unutmadığını gösterir. Yerel ağızda Osturva denilen Ostrova’nın Yunanca adı, Arnissa. Grek alfabesini bizim alfabemize kendince uyarlayıp, aksaması gayet doğal bir Türkçe ile, 11 madde düşerek eski dostlarına selâm gönderir. Mektubun sol tarafında Arap harfleriyle yazdığı not ve tarih, eski Osmanlı yurttaşı olmasının işareti.

Mübadelenin üzerinden tam 28 yıl geçtikten sonra yazılan bir mektubun son satırlarında, -eğer yanlış okumadı isem-, büyük bir samimiyet ve teklifsizlik mevcut. Dediği şu: “... ben sana mektup yolladım fakat cevabı alamadım. Hasta ve fukara(yım) çok. Dostunuz - Stavro Hacıharisis.”

Bundan şu çıkar; “her gâvur” bir olmuyor demek ki... Bu mektubu bizimle paylaşan dostum Mahir Uçar’a okurlar adına da teşekkür ederim.

(GÖRSEL: Mektup ve zarfının fotokopisi.)

13-Selanik’e Yaptığımız Gezi

            Lozan Mübadilleri Vakfı 1999 yılında kuruldu. Her yıl Yunanistan’a yaptıkları peryodik gezileri Vakıf Genel Sekreteri Sefer Güvenç önceden haber veriyordu. Özellikle kuzey Yunanistan’a yapacakları turlara bizleri illa çağırıyordu. Mayıs 2004’te yapılan tura katılıp gezdik ata memleketini. İskece, Drama, Kavala, Selanik, Serez, Kılkış, Yenice, Vodina ve Karacaova bizleri 4 gün 3 gece ağırladılar. Suyunu içip ekmeğini yedik; havasını soluyunca kanımız sanki tebdil oldu.

Deniz Kavukçuoğlu’nun gözlemi çok doğru: Yunanistan’da okumamış halk kesimi bizlere daha sargın. Özellikle Anadolu’dan giden köylüler... Karacaova’da rastladığımız Mudanya-Dereköylü Sultana Kaytaoğlu ne kadar bizdendi yahu! Kadın düpedüz çıkıştı bize:

 “ - Nerdesiniz vre 80 yıldır? Nerdesiniz, ha? İnsan gelmez mi görsün eski toprağını!”

Bizler bu gecikmeye mazeretler uydurmağa çalışırken, Sultana’a yutar mı hiç bunları. O kaçın kurası! Canı sıkkın ve sitemkâr bir dille derhal reddetti. Ve öyle bir:

“ -Haddi canım sende!.. Haddi canım sende!”

 Deyişi vardı ki... Günü görmeden birbirini gören komşular gibi.

            Eğitim düzeyi arttıkça Türklere bakış resmiyet kazanıyor. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası yetişen orta yaş kentli kuşaklar hayli soğuk. Kulakları küpeli, altları motosikletli gençler duvara bakar gibi bakıyorlar bizlere.

            Eski Vardar Caddesi üzerindeki bir lokantada gece rakı içtik. Başta Mustafa Kemal olmak üzere, ayakları bu toprağa basmış herkesi hayırla yâd ederek kadehlerimizi kaldırdık. Aynı gece Hürriyet Meydanından Beyaz Kuleye kadar olan rıhtımı iki kez yürüdük; eşim, oğlum Özgür ve arkadaşı Cenk’le. Rıhtımdaki müzikhol ve içkili lokantalardan dışarıya müzik sesi güçbelâ sızıyor. Bizde olsa yer gök yıkılır!

            Ertesi sabah ilk işimiz Atatürk’ün doğduğu evi görmek oldu. Burada kaldığımız süre içinde, o güne değin hiç duymadığım duyguları yaşadım. Hele Sefer Güvenç benden evdeki ziyaretçi defterini, tura katılan 32 kişi adına yazmamı isteyince...

“ - Yazdığını oku bakalım –dediler -; kayda alıyoruz.”

Kendi yazdığımı okurken gözlerim doldu.

            Yurda dönüşte Vodina’dan getirdiğim ekmeği, hayatta olmayan dedem ve babam yerine, birkaç yaşlımıza ikram ettim. Yaşı 90’a giden Mustafa Aga ekmeği yerken demesin mi:

            “ – Aman bre Ali... Bana bu yaştan sonra memleketimin ekmeğini yedirdin ya. Sen şimdi Hacca gitmiş ka(dar) oldun!”

            Baktım, ekmeği yerken ağlıyordu...

Aklıma hemen Nazım Hikmet’in dizeleri geldi: “Bende bir kavak ürperir / Nerde olsam sesi gelir / Muhacirliğimden beri...”

Kavak bunu yaparsa ağızdaki ekmek yapmaz mı?

14-Maziden Neler Kaldı?

            Kültürümüzde geniş yer tutan Rumeli, İstanbul Boğazındaki Rumeli Hisarı ve üzerinde Topkapı Sarayının yer aldığı Sarayburnu ile başlar. Bu kültürünün Anadolu’daki müttefiki, Sinop-Antalya hattının batısında kalan bölge. Bir de Orta Anadolu’daki Alevi ve Bektaşi kültürü mensupları. Son elli yılı kantara vurunca şu çıkar: Sonuncular saz çalıp semaha durmakla; Rumeli’den gelenler kafayı çekip “Dağlar dağlar viran dağlar” türküsünü dinlemekle yetindiler! Osmanlıperver nice aydınımız varken, Rumeli tarihimizi –orada kalmış Osmanlı eserleri dışında- olanca zenginliği ile anlatan kitaplar hâlâ yok bizde. Örneğin “Balkanlarda İslâm” konusunu dahi Sırp araştırmacı Aleksandre Popovıc yazdı. Bizim tarikatçı takımının başı, o bölgeden gelenlerle hiç hoş değil. Burada kimi adları ve onlardan örnek metinleri vermeye ar ederim.

Selanik kitapları var mı?

Aile öykülerini anlatırken içine Selanik’in girdiği birkaç kitap dışında, Osmanlı dönemi Selanik’ini “edeple anlatan” kitaplar henüz yok. Öte yandan, son yıllarda Selanik’le ilgili çeviri kitapların sayısında bir artış gözlenmekte. Kent Osmanlı’dan çıkınca, ailesi tekrar İspanya’ya dönen Sefarad Yahudisi Leon Scıaky, “Elveda Selanik” adıyla roman yazıyor da... Anadolu’ya gelen Türklerin çocukları bu konuda tam siper! Kültür Bakanlığı’nın eski Selanik fotoğraflarını içeren “Yadigâr-ı Selânik” albümüne, Semavi Eyice’nin yazdığı uzunca bir “Önsöz” metin ile, Mehmet Ali Gökaçtı’nin “Nüfus Mübadelesi” kitabında yer alan iki yazısı var; hepsi o kadar.

Maziden neler kaldı?

Hiçbir şey kalmadı. Bizler artık bal gibi “asimile olduk”! Daha beteri; herkesle birlikte top, pop, magazin ve tarikat budalası olduk! 93 Harbinden beri Anadolu’ya gelen ve Kurtuluş Savaşını yapan eski kuşaklar azaldıkça... 1950’den beri güdülen eğitim politikası semeresini verdikçe... Aşınan cumhuriyet kültürü ile birlikte bizler de eriyip bittik. Bunun en tipik iki örneği, Cumhuriyet gazetesinin tiraj kaybı ile CHP’nin oy kaybıdır. Arnavut biberini unuttuk; yerine Urfa’nın biberini koyduk. Bizler hâlâ Arif Şentürk’le avunurken, Urfa’dan her gün çıkıyor yeni bir türkücü.

400 bin mübadilin geldiği ülkemizde Lozan Mübadilleri Vakfı’nın ne büyük güçlüklerle kurulduğunu bir parça biliyorum. Selanik’te halen “İzmirli’nin Yeri” lokantası varken; koskoca İstanbul’da, İzmir’de veya Bursa’da bir tek “Selanikli’nin Yeri” tabelâsı yok.

Unutulan kimi tanımlara gelince: Selanik örgüsü, Selanik çuhası, Selanik ekmeği, Selanik gevreği, Selanik yangınları, Selanik muskası. Ve Selanik’ten gelen ünlü İpekçi ailesinin vaktiyle İstanbul’da açtıkları Selanik Bonmarşesi.

Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılan seçimlerde Doğu ve Orta Anadolu illerinin listelerinde, Rumeli’de veya Selanik’te doğanlara da yer verilirdi. Devran ters döndü. İç göçle öylesine yoğun bir nüfus aktı ki Batı’ya, şimdi onlar lehine feragat etmekteyiz.

Anadolu Türkleri yazımıza egemen mantığa sakın gücenmesinler; bizim ilk mayamız onlarla aynı. O maya ile yüzyıllarca dik durduk Rumeli’de. Ve o maya çağırdı bizi tekrar Anadolu’ya.

Devlet katındaki son Selanik insanı, Serez kökenli diye bildiğim eski Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’di. O gitti perde indi! Türk basınında asılları Serezli nice köşe yazarı, globalleşme maskesi altında emperyalizmin değirmenine su taşıyorlar her gün. ABD ve Avrupa Birliğinin talimatı ile yakında “ Türk Ordusu çok büyük; dörtte üçü dağıtılsın” derlerse hiç şaşmayınız!

Bağlıyoruz...

Mübadil çocuklarının unuttukları o müthiş cümle: “İstanbul yıkılsa Selanik yaptırır; fakat Selanik yıkılsa İstanbul yaptıramaz!”

            Kentin ekonomik gücünü ve para kazanma becerisini anlatan bu deyim, hiç hesapta   olmayan bir şekilde tekrar doğrulandı: İstanbul merkezli Osmanlı devleti yıkıldı; yerine Selanik doğumlu Mustafa Kemal’in önderliğinde Ankara’da yeni bir devlet kuruldu.

            Şimdi gün geçtikçe çağdaşlıktan uzaklaşan... İç ve dış sorunları hızla artan ülkemizde... Tüm Rumeli göçmenlerinin dahi “ağzını havaya açmasından” doğan sorumluluk payları büyüktür. Bilesiniz...

Aman ha, sığınabileceğimiz başka Anadolu yok!

            Yazdık bitti Selanik’ten Bursa’ya...

            Ah bu derdim dursa ya...

                                                                                  Orhangazi-Yeniköy, 5 Kasım 2007

* Olay Gazetesi-Bursa’da Yaşam Dergisinin Ocak 2008 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

GENEL KAYNAKÇA

1-M. Tayyib Gökbilgin, Rumeli’de Yürükler, Tatarlar ve Evlâd-ı Fâtihân, İÜ. Edebiyat Fak y. İstanbul 1957
2-Numan Kartal, Atatürk ve Kocacık Türkleri, T.C. Kültür Bakanlığı y. Ankara 2002
3-Tahsin Uzer, Makedonya Eşkiyalık Tarihi ve Son Osmanlı Yönetimi, T.T.K y. Ankara 1979
4-Elızabeth A. Zacharıadou (Edtör), Sol Kol / Osmanlı Egemenliğinde Vıa Egnatıa (1380-1699), Tarih Vakfı Yurt y. İstanbul 1999
5-Dimitri Kitsikis, Türk-Yunan İmparatorluğu, İletişim y. İstanbul 1996
6-Gilles Veinstein, Selanik 1850-1918, İletişim y. İstanbul 2001
7-Meropı Anastassıadou, Tanzimat Çağında Bir Osmanlı Şehri / Selanik, Tarih Vakfı Yurt y. İstanbul 2001
8-Ilgaz Zorlu, Evet, Ben Selanikliyim / Türkiye Sabetaycılığı, Belge y. İstanbul 1998
9-Alexander Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası (1915-1922). Çev. Orhan Azizoğlu. Yapı Kredi y. İstanbul 1995
10-Mark Hazower, Selanik: Hayaletler Şehri (1430-1950), Yapı Kredi y. İstanbul 2007
11-Yadigâr-ı Selânik /Kartpostallarda Evvel Zaman, Kültür Bakanlığı y. İstanbul 2006
12-Necdet Sakaoğlu, Osmanlı Eğitim Tarihi, İletişim y. İstanbul 1991
13-Derleyen: Renee Hirschon, Ege’yi Geçerken /1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, İstanbul Bilgi Üni. y. İstanbul 2005
14-Derleyen: Müfide Pekin, Yeniden Kurulan Yaşamlar / 1923 Türk-Yunan Zorunlu Nüfus Mübadelesi, İstanbul Bilgi Üni. y. İstanbul 2005
15-Mehmet Ali Gökaçtı, Nüfus Mübadelesi, İletişim y. İstanbul 2004
16-Kemal Arı, Büyük Mübadele: Türkiye’ye Zorunlu Göç (1923-1925) Tarih Vakfı Yurt y. İstanbul 1995
17-İskender Özsoy, Mübadelenin Öksüz Çocukları, Bağlam y. İstanbul 2007
18-Raif Kaplanoğlu, Bursa’da Mübadele, Avrasya Etnografya Vakfı y. İstanbul 1999
19-Pars Tuğlacı, Osmanlı Şehirleri, Milliyet y. İstanbul 1985
20-Nuri Akbayar, Osmanlı Yer Adları Sözlüğü, Tarih Vakfı Yurt y. İstanbul 2001
21-Yılmaz Akkılıç+(yazı kurulu), Bursa Ansiklopedisi 4 Cilt, İstanbul 2002

11 Nisan 2014

Ve köylerde kıyamet kopmaya başladı.


Prof. Dr. Mustafa KAYMAKÇI
Köylere en son ve belki de en büyük darbeyi yeni kabul edilen
Büyükşehir Yasası vurdu ve vurmaya devam ediyor.

Büyükşehirlerdeki 16 bin köyün tüzel kişiliği tek bir cümleyle yok edildi.

Türkiye’de ne kadar “köylü” varsa, yasa gereği bir kalemde “kentli” yapıldı.
2012’de halkın yüzde 77.3’ü il ve ilçe merkezlerinde oturuyordu.
Yasa ile 14 ilin de büyükşehir belediyesi statüsüne geçmesi ile toplam 30 ilde,
belde ve köylerin ilçe belediyelerine mahalle olarak katılmasıyla kentli oranı
yüzde 91.3’e yükseliverdi.
Memlekette köylü kalmadı.

Anılan yasanın ideolojik kökenini yazmakta olduğum yazılarla dile getirmeye
çalışıyor ve “Neden köyler bitirilmek isteniyor?
Köylülüğü bitirme salt Türkiye'ye özgü değil.
Dünyada da, küçük ve orta ölçekli tarım işletmeleriyle yapılan ile aile çiftçiliği,
bir başka deyişle köylü çiftçiliği endüstriyel dev ölçekli işletmeler ikame edilerek bitirilmek isteniyor.
Bu şekilde köylerin boşaltılmasıyla kentlere gelecek, ancak iş ve aş bulamayacak
yoksul köylülerin denetimi daha kolay olacak” diyordum.

BÜYÜKŞEHİR YASASI İLE NELER OLMAKTA?

Büyükşehir Yasası’nın getirmekte olduğu olumsuzlukları sıralayalım:

Köylerin, meraların, sulak alanların ve tarlaların iskâna açılması mümkün
hale getiriliyor.
Orman köylerinin kentsel ranta açılması kolaylaşıyor, yabancılara toprak
satışının önü açılacak.
Köyler; personelini, taşınır ve taşınmazlarını ilçe belediyesine 1 ay içinde bildirecek.
Köylerde, tarım/köylü işletmeleri dahil her türlü esnaf işletmeleri ruhsat alacaklar.
Köylerde emlak vergisi, Belediye vergileri, harç ve katılım payları 5 yıl sonra
alınmaya başlanacak.
Belediye hizmetlerine ulaşmak daha da zorlaşacak ve hizmetler pahalılaşacak.
Yasa ile köylü kendi yaşam alanı üzerindeki tüm yönetim haklarını kaybetmiştir.
Köy alanlarının rantı belediyelere aktarılmaktadır.
Köylüler ücretsiz eriştiği altyapı hizmetleri için bedel ödemek zorunda bırakılmakta.
Yasa ile küçük ve orta ölçekli işletmelere sahip köylüler daha da yoksullaşacak
ve yok olmak üzere üretim dışına itilecek.

VE KIYAMET KOPMAYA BAŞLADI

Büyükşehir Yasası’nın getirmekte olduğu olumsuzlukların ipuçlarını yukarıda
sıralamaya çalıştım.
Anılan olumsuzluklar 30 Mart 1014 Yerel Seçimlerinden sonra hızlanacak.
Ancak kıyamet şimdiden kopmaya başlattı bile.
İlçelerde Tarım ve Hayvancılık Müdürlükleri tarafından köy muhtarlıklarına
iletilmek üzere hazırlanan yazılarla, yerleşim alanlarına yakın bölgelerde
hayvancılık yapılmasının “umumi hıfzıssıhha kararı” gereğince yasaklandığı
bildirildi.
Buna göre ilçe merkezi,belde ve köylerdeki ahır,ağıl ve kümeslerin ivedi olarak
ortadan kaldırılacak.

Şimdi soruyu yeniden soralım; Aile çiftçiliği yapan ,az sayıda ineği, koyunu,
keçisi ve tavuğu olan ve geçimini bunlarla sağlayan köylüler ne yapacak?
Yerleşim alanı dışına itilen bütün köylülerin köy dışında arazilerimi var?
Bunları perişan etmek ne kadar doğru ve ahlaki?

Yazımı, geçtimiz 2013 yılı Ocak’ında Seferihsar Belediye Başkanı Tunç Soyer’in “Geleceğin Köyleri Hareketi Bildirgesi”ni yineleyerek sonlandırmak istiyorum:
“Yeryüzünün ilk köyünün kurulduğu bir coğrafyada binlerce köyün üzerini tek bir cümleyle çizmek mümkün mü?
Değil elbette.

Köy, köktür ve tohumdur.
Köy, hem geçmişimiz hem geleceğimizdir.
Tüketen insanın savaşların içine sürüklendiği bir çağda, köyler sakince
üreten geçmişle geleceğin harmanlandığı yerler olmalıdır.

Şehirde veya köyde, nerede yaşarsak yaşayalım sağlıklı bir doğal çevre ve
kırsal alana ihtiyacımız var.
Köy olmazsa şehirde ne yiyebiliriz?
Fabrikasyon sebze ve meyveleri mi, yoksa büyük şirketlerin GDO’lu ürünleri mi?”