/* BURADAN */ /* BURAYA */

Sayfalar

26 Eylül 2019

Ürgüp 12.08.2011

12.08.2011 Tarihinde  Ürgüp Yakınlarında Sağlıklı su kaynağından görüntüler




22 Eylül 2019

Liyakat, Biat



Yılmaz Özdil; Pür dikkat okumanızı rica ederim…

Liyakat,biat

1933.
Cumhuriyet on yaşına gelmişti.
Onuncu Yıl Marşı için yarışma açıldı.
Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar'ın yazdığı sözler seçildi, Cemal Reşit Rey besteleyecekti.



Mustafa Kemal güfteyi görmek istedi.
Getirdiler.



Çıktık açık alınla on yılda her savaştan
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan
Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan
Bir baca yükseliyor, durmadan her yamaçtan



Okudu.
Son dizenin üstünü çizdi.
“Demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan” yazdı.



Sonra da Behiç Erkin'e döndü.
Çanakkale'den beri arkadaşıydı.
İstiklal Madalyalı milli mücadele kahramanıydı.
Devlet demiryollarının kurucusu ve ilk genel müdürüydü.
“Sizlerin bu on senedeki emeğiniz iyi ifade edilmiyordu, o nedenle o mısrayı değiştirdim” dedi.



Türkiye Cumhuriyeti'nin on yıllık mucizevi kalkınma hamlesine imzasını atan Mustafa Kemal… Zihinlere mıh gibi çakılan “demir ağ” metaforuyla, Onuncu Yıl Marşı'na da imzasını atmıştı.



Behiç Erkin…
İstanbul doğumluydu.
Mustafa Kemal'den beş yaş büyüktü.
Kurmay subaydı.
Lojistik dehasıydı.
Çanakkale'ye asker ve mühimmat sevkiyatında inanılmaz işler yapmıştı.
Memleket işgal edilince saniye tereddüt etmeden Anadolu'ya geçti, milli mücadeleye katıldı.



Anadolu'ya geçtiği gün, Mustafa Kemal çağırdı.
“Ben cephede ne yapılması gerektiğini biliyorum, sen cepheye askerin mühimmatın erzağın nasıl getirilmesi gerektiğini biliyorsun, demiryolları işin ehli biri tarafından yönetilmezse bu işi yapamayız, demiryolları sana emanet” dedi.



Behiç Erkin, Mustafa Kemal'i yanıltmadı.
“Türkler demiryolu işletemez” önyargısını tarihe gömdü.
Savaştan sonra demiryolu okulu açtırdı, uzman personel yetiştirdi.
Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın kurucusu ve ilk genel müdürü oldu.
O yokluk döneminde memleketin demirağlarla örülmesinde birinci derecede katkısı oldu.
İşletme dilini Fransızca'dan Türkçe'ye çevirdi.
Demiryolları müzesi kurdu.
Sonradan İstanbul Teknik Üniversitesi adını alacak olan Mühendis Mektebi'ne özerklik kazandırdı.
Milletvekilliği yaptı, bakanlık yaptı, büyükelçilik yaptı.



Kurtuluş Savaşı'nın en kritik günlerinde, Mustafa Kemal acil ibaresiyle bir telgraf göndermişti.
“Sevkiyatı hızlandırın, trenleri son sürate çıkarın, geciktiren idamla cezalandırılır” diyordu.
Behiç Erkin derhal cevap telgrafı gönderdi.
“Bu hat 40 kilometreden süratli gitmeye müsait değildir, hızlandıralım derken tek bir sevkiyat bile yapamayabiliriz, emrinizi aldım, bu nedenle uygulamadım, ikinci emrinizi bekliyorum” dedi!
Mustafa Kemal'den tekrar telgraf geldi:
“Sen nasıl uygun görürsen Behiç…”



İşte bu diyalog ve bu omurgalı karakter nedeniyle, Mustafa Kemal tarafından Behiç'e Erkin soyadı verildi.
Mustafa Kemal kendi el yazısıyla Behiç'e gönderdiği mektupta, Erkin'in anlamını şöyle yazmıştı: “Her şart altında kendi doğrularını dile getirme cesaretini gösteren, bağımsız kişi.”



Behiç Erkin gerçekten her şart altında kendi doğrularını gerçekleştiren, bağımsız kişiydi.
İkinci Dünya Savaşı'nda Fransa nazi işgali altındayken, Paris Büyükelçimiz'di.
Müthiş bir insanlık örneğine imza attı, 20 bine yakın Yahudi'ye Türk pasaportu vererek, Türk vatandaşı gibi göstererek, ölümden kurtardı.
“Türk ulusu adına konuşuyorum, Atatürk önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde din, dil, ırk ayrımı yoktur, vatandaşlarımıza dokunamazsınız” dedi.
20 bin insanı kurtardı.



1961'de rahmetli oldu.
Vasiyet etmişti…
“Beni, ilk demiryolu genel müdürlüğü görevini üstlendiğim Eskişehir'e, İzmir-İstanbul-Ankara hatlarının birleştiği yerde toprağa verin” dedi.
Orada yatıyor.



Albay rütbesiyle emekli olan Behiç Erkin, ömrü boyunca not tutmuştu, yaşadıklarını gün gün kaydetmişti.
900 defterden oluşan notlarını 29 Ekim 1958'de Türk Tarih Kurumu'na teslim etti.
Devlete millete tek kuruş yük olmamak amacıyla, yayın masrafları için 10 bin lira bağış yaptı, o günün parasıyla çok ciddi paraydı.



Pür dikkat okumanızı rica ederim…



Kelimenin tam manasıyla “yurtsever devrimci” olan Behiç Erkin, Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan “Hatırat” isimli kitabının son paragrafında kelimesi kelimesine şunları söylüyor…



“Yukarılarda beyan ettiğim veçhile ben, 1920-1928 seneleri arasında demiryollarını idare ederken, ihmale hiç tahammül edemezdim.
Aldığım ve aldırdığım tertibat sayesinde bu sekiz sene içerisinde hiçbir yolcu telef olmamış ve yaralanmamıştır.
Alelhusus, 1922 büyük taarruzu sırasında Yunanlıların tahrip ettikleri demiryollarının ilk tamiri, iki metre boyunda ray parçalarıyla yapılmış ve demir köprüler gelinceye kadar ahşap köprülerle hat işletmeye açılmış iken, bu sırada dahi bir kaza kaydolunmamıştır.”



Kurtuluş Savaşı…
Büyük Taarruz…
Kaza bile yok!



“Liyakat aşığıyım” diyen Mustafa Kemal'in, devlete yönetici seçerken ne kadar isabetli tercihlerde bulunduğunun kanıtlarından biriydi.



Ve dün…
Devlet demiryolları genel müdürü görevinden alındı.



Alt tarafı üç yıl görev yaptı.



2016'da 67 ağır kaza oldu.
95 kişi hayatını kaybetti.
2017'de 45 ağır kaza oldu.
54 kişi hayatını kaybetti.
Kimisinde tren trene vurdu, kimisinde hemzemin geçitte tren insana vurdu, kimisinde tren raydan çıktı.



2018…
Edirne'den İstanbul'a giden tren Çorlu'da devrildi, cinayetten farksızdı, raylar çamaşır ipi gibi havada asılı duruyordu, altında toprak yoktu, çünkü kontrol eden yoktu, kontrol etmesi gereken işçileri işten çıkarmışlardı, bir ay önce yapılması gereken bakım-onarım ihalesini iptal etmişlerdi, yedisi çocuk, 25 insanımız hayatını kaybetti, 328 insanımız yaralandı.
Seçim şovu yapmak için, oy toplamak için, eksikleri tamamlanmadan açılan, sinyalizasyonu bile olmayan tren hattında, Ankara garından çıkan hızlı tren, karşı yönden gelen kılavuz lokomotifle kafa kafaya çarpıştı, dokuz insanımız hayatını kaybetti, 86 insanımız yaralandı.



Geçen hafta…
Kılavuz tren tünelde duvara çarptı, iki makinist hayatını kaybetti.



Liyakat var.
Kurtuluş Savaşı'nda bile kaza yok.
Biat var.
Trene binerken helalleşiyoruz.



Devletin her kurumunda böylesine yeteneksizleri bulup biraraya getirmek, özel yetenek olsa gerek!

14 Eylül 2019

Derviş' in Kavalı ve Felsefe Dersleri




Bugün eşimin ellinci ölüm yıl dönümü. Evliliğimizin üçüncü yılında, henüz yirmi yedisinde soluverdi canı bir tanemin. Bir evlat emanet etti bana, oğlumu. Ailem, dostlarım, komşularım birçok kez baskı yaptılar evlenmem için. Evlenmedim. Elli yıldır özlemimdeki sırlı güzelliktir eşim. Can yoldaşımı çok özlüyorum ve ona bir mektup yazdım bugün. Kendimden, oğlumdan, güzel günlerden, hoş hatıralardan bahsettiğim bir mektup. O mektubu paylaşacağım sizinle ve mektubumun bitiminde kaval çalacağım eşimin o güpgüzel ruhuna doğru…

Can Yoldaşım,

Bir haftalığına oğlumuzun yanına gitmiştim İstanbul`a. Bugün döndüm köye. Yolda yazdım sana bu mektubu. Şimdi mezarının başında okumak istiyorum. Biliyorum ki, bütün zamanlardan ve bütün mekanlardan gören ve duyansın beni sen; evimizden, bahçemizden, oğlumuzun yanından , yeryüzünden ve gökyüzünden duyumsayansın ruhumu.

Oğlumuz profesör oldu geçen ay, felsefe profesörü. Benim kadar sen de gurur duymuşsundur eminim. “Babacığım seni her davet edişimde reddediyorsun; ama bu sefer beni kırma lütfen. Üniversitede dersime girmeni çok isterim” dedi. “Peki” dedim, “otururum bir kenarda.” “Hayır babacığım” dedi, “kürsümde sen oturacaksın ve sohbet edeceksin öğrencilerimle. “ Şaşırdım. “Oğlum, ne konuşabilirim ki öğrencilerinle?” dedim. “Felsefe üzerine elbette” dedi, “onlar soracak, sen cevaplayacaksın.” Kızdım. Dedim, “senin gibi tahsilli değilim ben, aklım ermez senin ilmine. “ “Kıracak mısın yine oğlunu?” dedi sitemle. Sana baktım, senin duvardaki fotoğraflarına, -hele kucağında oğlumuzun olduğu fotoğrafa-. Seslendin o fotoğraftan bana, “git Derviş`im” dedin, “benim hatırıma, oğlumuzun hatırına git canım benim.” Yıllardır köyünden çıkıp ilçeye bile gitmeyen ben, oğlumuzun yolladığı biletle, on saatlik yola, İstanbul`a gittim.

Otogarda karşıladı beni oğlumuz. Nasıl özlemişim bir bilsen. Sımsıkı sarıldım ona. Oğlum annesi koktu, sen koktun o anda. Evinde ağırladı beni, -gelinimiz demeyeceğim kesinlikle- kızım ve torunlarımızla. Daha evine giderken sordum arabada, “öğrencilerin biliyor mu dersine gireceğimi?” “Evet babacığım” dedi. “Nasıl anlattın onlara beni?” dedim. Gülümsedi. “Bir köylüm gelecek ve sizinle felsefe sohbetleri yapacak dedim”. “Niye söylemedin baban olduğumu?” dedim. “Sana torpil geçmelerini istemedim, çatır çatır sorular soracaklar sana!” dedi. Aldı beni bir tedirginlik. “Bilmez misin, cahilim senin yanında oğlum” dedim. “Sen benim yalnızca babam değilsin, hocamsın” dedi oğlumuz. Eve vardığımızda kızımız, torunlarımız hep moral vermeye çalıştı bana. Kızımızı ve torunlarımızı da çok özlemişim. Ah, o tedirginlik işte; gece uyuyamadım, gözlerimi bile yummadım neredeyse.

Oğlumuz kavalımla gelmeni söylemişti. “Olur” demiştim, “kaval çalışımı özlemiştir. “ Ertesi sabah üniversiteye gitmek için hazırlanırken, “kavalını da al babacığım” dedi. “Öğrencilerine kaval mı çalacağım?” dedim. “Sen sustuklarını kavalında dillendirensin” dedi. “Rezil olacağım bugün” dedim. “Hayır babacığım” dedi, “her şey çok güzel olacak…”

Vardık üniversiteye. Beni arkadaşlarıyla tanıştırdı oğlumuz; profesör, doçent, asistan arkadaşlarıyla. Öyle mahcup oldum ki el sıkışırken. Bir şey dediklerinde, sesim titredi konuşurken. Fısıldadı kulağıma oğlumuz, “benim hatırıma ve annemin hatırına” dedi, “lütfen rahat ol babacığım.”

Koluma girdi oğlumuz ve sınıfına geçtik. Gülümseyerek karşıladı bizi gencecik çocuklar. “Size bahsettiğim köylüm” dedi oğlumuz, “Derviş Amcanız bizimle olacak bugün.” “Hoş geldiniz” dediler. “Bugün aranızda oturacağım” dedi oğlumuz, “Derviş Amca kürsüde yer alacak.” Yüzümün kızardığını, hatta yandığını hissettim kürsüye yönelirken. “Önde bir yere otur bari” dedim usulca, “bir şey olursa yardım edersin bana”. Gülümsedi, omzuma dokundu hafifçe ve en arkada bir yere oturdu hınzır!

Ön sıradan bir öğrenci dedi ki kürsüdeki bana, “sizinle felsefe üzerine konuşabileceğimizi, her şeyi sorabileceğimizi söyledi hocamız.” Çekinerek dedim, “vakıf değilim felsefe ilmine, ama bildiğim bir şey olursa söylerim.” Gülümsedi hepsi, içtenlikliydi gülümsemeleri. “Köyde yaşıyormuşsunuz” dedi bir öğrenci, “anlatsanıza köyünüzü”. “Bizim oralarda gökyüzü daha hür” dedim, “yıldızlar daha bol.” “Eminim ki öyledir” dedi bir başka öğrenci, “İstanbul`da gökyüzü bile tutsak.” Bir ferahlık süzüldü ruhuma. “Buğday ekerim ben” dedim. “Bir buğday tanesinde ne görüyorsunuz?” diye sordu biri. “Emeği görürüm “ dedim. “Emeği ekinde gördüm ömrüm boyunca; ekin ektikçe huzur buldum, ekmeğimi kazandım ve ektiğim buğdaylarla hem doydum, hem doyurdum.” “Derviş Amca, sen ne güzel bir insansın” dedi bir başkası. “Sağolasın” dedim, “hepimiz can`ız ve hepimiz güzeliz.” Aynı öğrenci,“sana ironik bir soru sormak isterim” dedi. İronik ne demek bilmiyorum. Dedim içimden “başlıyor bilmediğim yerlerden sorular gelmeye!” “Kaç sorusu olabilir bir kedinin?” dedi. Torunlarım geldi gözümün önüne, “onlar sorsa bu soruyu, ne derdim acaba?” diye düşündüm. Bütün gençler merakla bana bakıyor. Göz gezdirdim sınıfa, dedim ki, “sokak kedisinin sorusu olmaz hiç, ev kedisinin de cevabı...” “Derviş Amca, süpersiniz ” dedi biri. “Müthiş cevaptı” dediler. “Ben de bir ironik soru soracağım” dedi bir genç. O kadar tedirgin olmadım bu sefer! “Bir balık mı yaşamımız kuş olmaya hüküm giymiş?” dedi. Torunlarımızı düşündüm yine. Onların her muzır sorusuna, aynı muzırlıkta cevap verişimi. “Kuş olamayacağını anlayınca uçanbalık olmuş bir yaşamımız var belki de” dedim. “Alkışlıyorum sizi” dedi soruyu soran öğrenci. “Helal olsun Derviş Amcaya” diyenler, “harikasınız  amcacığım” diyenler… Felsefe akımlarından, düşünürlerden soru sormadılar bana. Biri dedi, “çok güzel kaval çalıyormuşsunuz, bize kaval çalar mısınız?” “Eşimi kaybettikten sonra öğrendim kaval çalmayı” dedim. “Kaval ne ifade ediyor sizin için?” dediler. “Sevgiyi ifade ediyor” dedim; “eşimin sesi, nefesi, ruhu kavalımın tınılarında dolaşıyor her üflediğimde.” “Bize eşinizi anlatır mısınız kaval çalarak?” dedi bir genç. Demedim bir şey. Çıkardım kavalımı kılıfından. Yanı başımda seni gördüm sanki. “Çal Derviş`im” dedin bana, “benim için üfle kavalına bir tanem…” “Gel gör beni aşk neyledi”; ne çok severdik Yunus`un mısralarını değil mi… Onu çalarken öğrenciler de eşlik etti bana…

Ben yürürüm yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi…

Bitiremeden ezgiyi, gözlerim doldu, nefesim ıslandı… Baktım, çocukların da gözleri dolu dolu olmuş. Yanıma geldiler, “eşini çok sevmişsin Derviş Amca” dediler. “Seviyorum” dedim. “Can olana ölüm yok ki; bedenimiz çürüse de sevgimiz taptaze dolaşacak yeryüzünü, doğayı, evreni…” Sevgiden konuştuk, aşktan, umuttan… “Aşkı tarif etsenize” dediler. “Aşk” dedim, “zemheride bile kelebek olmaya heveslenmektir.” “Kelebeğin ömrü üç günlük” dediler, “üç günlük dünyadayız zaten” dedim. Hiçbiri sırasına dönmedi, hepsi yanımda yöremde. Oğlum geldi en arka sıradan. “Müsaade eder misiniz?” dedi. Çekildiler geçebilmesi için. “Derviş Amcanız benim babamdır, ama babam olduğu kadar hocamdır da. “ Şaşırdılar. “Elinizi öpmek isterim hocam” dedi oğlumuz. “Estağfurullah oğlum” dedim, “ben senin elini öpmeliyim asıl.” Kavradı elimi oğlumuz, öpüverdi saygıyla. Sarıldık birbirimize. “Sizin hocanız bizim de hocamızdır” dedi bir öğrenci. Bir de baktım, hepsi sıraya girmiş elimi öpmek için. Oğlumuz dedi ki, “felsefe, sevgiye ulaşmak için bir köprüdür; babam da bir köprü işte görüyorsunuz.” “Derviş Hocanın üflediği kaval bana çok şeyi sorgulattı birkaç dakika içinde” dedi bir öğrenci. Bana “hoca” denmesi, ah nasıl mutlu etti beni. “Neyi sorguladın?” dedi oğlumuz. “Doğadan ne çok uzak düştüğümüzü sorguladım” dedi, “ne çok hırsımızın, kibrimizin olduğunu sorguladım.” “Derviş Hoca aşmış” dedi bir başkası, “annenizden bahsederken gözleri ışıl ışıl” dedi. “Derviş Hocamın sayesinde profesörüm” dedi oğlumuz. Duygulandım. “Estağfurullah hocam” dedim. “Ama ondan başka bir şey daha öğrendim” dedi. “Karıncayı incitmeyenlerden değil, bir çay kaşığı şekeri karıncadan esirgemeyenlerden olmayı öğrendim. İyi bir insan olmanın ötesinde, can olmayı, can`a kıymet vermeyi öğrendim.” Yanıma sokuldu yine. “Teşekkür ederim babacığım” dedi, “sana ve anneme çok teşekkür ederim…” Bütün öğrenciler alkışladı bizi. Oğlumuzla, çocukluğunda, karıncaları doyurmak için, karıncaların yollarına koyduğumuz toz şekerleri anımsadım… “Karıncalar…” dedim. Tutamadım kendimi, hıçkıra hıçkıra ağladım, dakikalarca hem de… Sarıldı bana yine oğlumuz, o sıcacık gençler sarıldılar sımsıkı. Korkarak girdiğim sınıftan sevinç gözyaşları içinde çıktım. Hatıra fotoğrafları çekildik hep beraber. Arabaya binene kadar, hatta araba hareket edip de gözden kayboluncaya kadar alkışladılar bizi ardımız sıra. Beni çok sevdiler karıcığım…

“Sana bir hediye almak istiyorum” dedi oğlumuz. “Üzerindeki montu ver” dedim. “Sana yeni, daha kalın bir mont alayım babacığım” dedi. “Hayır” dedim, “seni her kokladığımda annenin kokusunu da alıyorum ben. Montunu giydikçe hem sen yanımda olacaksın, hem de annen.” Demedi bir şey. Üzerimde oğlunun montu var şimdi. Bir giyside canımdan parçalar, kokular, dokular saklı…

Oğlumuz, yazdığı felsefe kitaplarını, tezlerini, makalelerini koydu çantama. Onun yazdığı kitaplara, emeğinin olduğu dergilere dokunmak, sana dokunmak gibi bir tanem. Oğlumuz bizim emeğimizdi, sevgimizdi, umudumuzdu. Onun felsefeye serpilen emeğini, sevgisini, umudunu okuyacağım her gece ve aşk`ı ,-öz`ümdeki felsefeyi- yollayacağım kavalımın tınılarıyla sana…

Seni sevmek başlı başına bir felsefeymiş can özüm; seninle yan yana geçen zamanlarımız, bitmesini istemediğim felsefe derslerimmiş benim. Ah, o dersler ki aşk`a erdirdi beni. Ah güzel kadın, ah sevgili karıcığım, minnettarım varlığına…

Yazan: Ergür Altan.