/* BURADAN */ /* BURAYA */

Sayfalar

18 Mayıs 2019

Yunan öyle mi?

“19 Mayıs'ın 100'üncü yıldönümü” vesilesiyle, Mustafa Kemal'in hayatından kesitler aktarmaya devam ediyoruz.

?

Bugünkü öykülerimiz, İstanbul büyükşehir belediye başkanı Ekrem İmamoğlu'na ve Trabzon halkına “Yunan” benzetmesi yapan, “Rum kökenli” imasında bulunan Esenler belediye başkanı için geliyor.

?

Dolmabahçe Sarayı'nın bahçıvanı Pandeli Roketos'tu.
“Rum bu, işten atalım” diyen olmadı.
Aksine… Liyakat aşığı Mustafa Kemal tarafından, çok önem verdiği Yalova Çiftliği'nin başına getirildi.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden sekoya, pavlonya, Arizona selvisi, mavi atlas sediri, kırkkese, Japon akçaağacı fidanları satın aldırdı, hangi ağacın nereye dikileceğini bizzat çizdi, Pandeli'ye diktirdi, böylece Yalova'da Türkiye'nin ilk canlı ağaç müzesi, arboretum kuruldu.
Pandeli ölene kadar Mustafa Kemal'in yanındaydı.

?

1929 yılında, başkentimizde, Ankara'da çiçekçi dükkanı yoktu.
İstanbul'da Sabuncakis vardı, Girit kökenli bir aileydi, sahibi Yorgaki'ydi.
“Reisicumhur çağırıyor” dediler, Çankaya'ya götürdüler.
Mustafa Kemal “çiçek siparişi” değil, “dükkan siparişi” verdi.
“Ankara'da dükkan açacaksın, vali beyle birlikte Ulus Meydanı'na git, dükkanın yerini kendin seç, nereyi beğeniyorsan oraya aç” dedi.
Sabuncakis için dükkan açmak zor değildi.
Ama çiçeği kime satacaktı?
O tarihte Ankara'da manav bile yoktu.
Bu endişesini açıkça dile getirdi.
Mustafa Kemal gülümsedi… “Kime olacak, tabii ki bana satacaksın, kimse almazsa hepsini ben alırım” dedi.
Başkentin ilk çiçekçi dükkanı, Rum kökenli vatandaşımız Sabuncakis tarafından Ankara Palas Oteli'nin tam karşısına açıldı.
Sabuncakis ayrıca, Gençlik Parkı'nın ve Çubuk Barajı'nın çevre düzenlemesini yaptı, 19 Mayıs Stadı'nın çimlerini yaptı.

?

Mustafa Kemal, Harbiye öğrencisiyken, arkadaşlarıyla sık sık Çemberlitaş'a giderlerdi, Tavuk Pazarı'nda Yorgo'nun meyhanesine uğrarlardı. Devamlı müşteri oldukları için açık hesapları vardı. Ay başında maaşı alınca kapatırlardı.
Aradan yıllar yıllar geçti, cumhurbaşkanı oldu, 1932 yılında güzel bir yaz akşamı… Dolmabahçe rıhtımında Nuri Conker ve Salih Bozok'la oturuyorlardı, gençlik yılları aklına düştü. “Var mısınız Yorgo'ya gidelim” dedi. Kalktılar, hiç haber vermeden, baskın yaparcasına gittiler. “Yorgo biz geldik” diye içeri daldılar, oturdular.
Beyaz önlüklü ihtiyar Yorgo'nun gözleri doldu. Tıpkı eski günlerdeki gibi masayı donattı. Mezeleri her zamanki gibi muhteşemdi.
Mustafa Kemal öbür masalardaki müşterilere döndü, “benim kim olduğumu unutun, rahatsız olmayın, aranızda sizlerden biri olarak bulunmak istiyorum, keyfinize bakın” dedi.
İki saat kadar yenildi içildi.
Afiyetle kahveler yudumlandı.
Hesap mesap istemeden kalktılar, kapıya yürüdüler…
Mustafa Kemal tıpkı öğrencilik yıllarında olduğu gibi seslendi:
“Yaz hesaba Yorgo, ay başında öderim!”
Yorgo da tıpkı o yıllarda olduğu gibi sıcacık karşılık verdi:
“Güle güle Mustafa Kemal, gene buyur.”

?

(Elbette, ertesi gün hesabı fazla fazla gönderdi.)

?

İlla konforlu mekan aramazdı.
Bazı geceler Kireçburnu'ndaki Rum balıkçı lokantalarına giderdi, omuz omuza vererek neşe içinde Kasabiko oynardı.

?

19 Mayıs 1919'dan önce, milli mücadele için Anadolu'ya geçmeden önce, gömleklerini Beyoğlu'nda Strongilos Biraderler'e diktirirdi.
İstanbul'un en iyisiydi.
Saraya da gömlek dikerlerdi.
Bu prestijli terzi dükkanında, Yani Delagramatika adında bir kalfa çalışıyordu, vücut ölçülerini hep o alırdı.
Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra alışkanlıklarını değiştirmeyen Mustafa Kemal, gömleklerini yine Strongilos Biraderler'e diktirmek istedi.
İstedi ama, Yunanistan'la savaşıyorduk…
Rumların Anadolu'ya gitmesi yasaklanmıştı.
Yunanistan'la gırtlak gırtlağa girilmişken… Strongilos Biraderler, Mustafa Kemal'in hatırını kırmak istemedi, kalfa Yani'yi Ankara'ya gönderdi iyi mi!
Macera dolu kaçak yollarla Anadolu'ya geçti, ölçüleri aldı, aynı kaçak yollarla İstanbul'a döndü.
Dikildi, paketlendi, yeniden Ankara'ya götürüp elleriyle teslim etti.

?

(Bu muhteşem insani ilişkinin sinema filmi yapılmaması, belgesel yapılmaması, romanlarının yazılmaması, adeta yok sayılması hakikaten üzücüdür.)

?

Rum kalfa Yani Delagramatika, doğup büyüdüğü şehri terketmedi.
Cumhuriyet'ten sonra da İstanbul'da yaşamaya devam etti.
Kendi dükkanını açtı.
Ve, Mustafa Kemal'den esinlenerek adını değiştirdi.
Ahlaki güzellik manasında “Kemalat” adını aldı.

?

(Strongilos biraderler, Konstantinos ve Theoklis'ti. Baba mesleğiydi, 1880'den beri Beyoğlu'nda dükkanları vardı. 1925'te Yunanistan'a göç ettiler, Atina'da aynı isimle dükkan açtılar. Kendileri yaşlanınca, kuzenlerine devrederek, isimlerini devam ettirdiler. Yunan kraliyet ailesine, aralarında Papandreu'nun Karamanlis'in de bulunduğu siyasetçilere gömlek diktiler. 2013 yılında, Yunanistan'da yaşanan ekonomik krizin kurbanı oldular, 133 yıllık markayı kapattılar.)

?

Mustafa Kemal, ayakkabılarını, çizmelerini ve terliklerini, neredeyse bütün ömrü boyunca Sirkeci'deki Altın Çizme'de yaptırdı.
Altın Çizme'nin sahibi Onufri Karkilidis'ti.
Askerliğini Şam'da, Mustafa Kemal'in emrinde yapmıştı.
Aynı zamanda poker arkadaşıydı.
Kare eksik olduğunda Onufri'yi çağırtırdı.

?

19 Mayıs 1919 ruhunda, Rum, Ermeni, Musevi ayrımı yoktu, hiç olmadı.
“Ne mutlu Türküm diyene” şemsiyesi altına giren herkes, bu milletin özbeöz evladı sayıldı.

?

E şimdi, 19 Mayıs 1919'un 100'üncü yıldönümünde bakıyoruz…
Alt tarafı bir oy uğruna gözü dönenler, Ekrem İmamoğlu'na “Yunan” benzetmesi yapıyorlar, “Rum kökenli” imasında bulunuyorlar.

?

Güya hakaret ediyorlar ama…
Keşke Pandeli kadar, Yani kadar, Yorgoki kadar Türk olsanız birader!

09 Mayıs 2019

Milli ve yerli öyle mi ?


Milli ve yerli öyle mi?
9 Mayıs 2019

100 yıl önce…
Böyle bir mayıs ayı.

Bugünkü adı Alsancak olan Punta'da bayram vardı.
İşgal zırhlıları körfeze demirlemiş, Yunan ordusu Pasaport İskelesi'nden karaya çıkmış, vatan toprağımıza ayak basmıştı.
İzmir metropoliti Hrisostomos etekleri uçuşa uçuşa koştu, diz çöktü, işgal komutanının çizmesini öptü, Yunan bayrağını öptü, haçını havaya kaldırdı, askerleri takdis ederek, o meşhur vaazını verdi.
“Evlatlarım… Bugün İsa'nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz, bu uğurda ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız, ben de bir bardak Türk kanı içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım, azizler arkanızda” dedi.
Kanımızı içecek kadar bizden nefret eden Hrisostomos'un asıl adı Kalafatis'ti, Atina'da din eğitimi almış, kademe kademe yükselerek İzmir metropoliti olmuştu, Konstantinopolis'in başpiskoposu Hrisostomos'un adını kendisine lakap olarak almıştı, aklınca onu yaşatıyordu, “megali idea” fanatiğiydi, hayatının en mutlu günüydü.
İşte tam o anda, aniden… İnce, uzun boylu, siyah takım elbiseli bir delikanlı fırladı ortaya… Elinde revolver tabir edilen toplu tabanca vardı. “Olamaz, böyle güle oynaya giremezler” diye bağırdı. Bastı tetiğe, peş peşe… Efsun alayının sancaktarı atının sırtından karpuz gibi düştü. Adeta zaman durmuştu, önce sessizlik, sonra panik yaşandı. Baktılar ki, tek kişi, sarıverdiler çevresini, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse orasına…
Şehit oldu Hasan Tahsin, henüz 30'unda.

O günün akşamı, İstanbul'da… Hava kararmıştı, neredeyse yatma vaktiydi. Mustafa Kemal evine geldi. Kapıyı açan kızkardeşi Makbule'ye sıkıntılı bir yüz ifadesiyle baktı, şefkatle yanağını okşadı, “annemin karyolasının önüne yer sofrası yap, sizinle biraz dertleşmek istiyorum” dedi.
Zübeyde Hanım'ın odasında, karyolasının önüne yer sofrası hazırladılar, patates pureli rosto ve yumurtalı ıspanak yapmışlardı.
Sarışın kurt biraz sonra geldi, üniforması üzerindeydi, üstünü başını değiştirmemişti. Her zaman yaptığı gibi annesinin elini öptü, bağdaş kurarak oturdu. Pat diye… “Gidiyorum” dedi!
Odaya adeta bomba düşmüştü. “Buraların da Selanik gibi olma ihtimali var, giderken gözüm arkamda kalmasın, memleket için uğraşırken sizden yana üzüntüye düçar olmak istemem” dedi.
Zübeyde Hanım küt diye sırtüstü yığıldı. Bayılmıştı.
Doktor Rasim Ferid'i çağırdılar, anca kendine gelebildi.
Heyecan, gerginlik, üzüntü, keder… Zübeyde Hanım'ın yorgun ruhu, bitmek tükenmek bilmeyen evlat ayrılığını taşıyamamıştı, sabaha kadar uyumadı, Kuran okudu.
Günün ilk ışıklarıyla vedalaşmak üzere kapıya geldiler, Mustafa Kemal'in elinde Kuran'ı Kerim vardı, Trablusgarp'ta vuruşurken Libyalı mücahit şeyh Ahmet Sünusi tarafından kendisine hediye edilmişti. Sekiz yıldır nereye gitse, oraya götürüyordu, Sofya'da Çanakkale'de Şam'da Halep'te Filistin'de hep yanındaydı. Annesine bıraktı.
Makbule ağlıyordu. Zübeyde Hanım otoriter ses tonuyla kızını haşladı, “sen asker kardeşisin, ayıp, ağlanır mı hiç” dedi, sanki dün gece üzüntüden bayılan kendisi değilmiş gibi, dimdik durmaya çalışıyordu, “memleket için giden insan ölse bile ağlanmaz, koş misafirlere şerbet ez” diye haykırdı.
Hepi topu birkaç altın bileziği vardı, Selanik'ten elinde avucunda kala kala bunlar kalmıştı, oğluna verdi, “lazım olur” dedi. Zübeyde ana'nın çeyiz bileziği, işte bu şekilde milli mücadele hamuruna karıldı.
Son bir kez sarıldılar.
Mustafa Kemal, kendisini Bandırma Vapuru'na götürecek motora binmek üzere Galata rıhtımına doğru yola çıktı.

Macera böyle başladı.

Ateşten gömleği giymişti ulus.
Akıp gitti, aylar yıllar, canlar.
Takvimler 30 Ağustos 1922'yi gösterirken, yer gök yarılıyordu.
Yüzbaşı Kanellopulos, hatıra defterine çaresizce şunları yazıyordu: “Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz.”

Onun batmasını beklediği güneş, bizim için doğuyordu.

Kudurmuştu Ali Kemal…
Saray'ın büyük gazetecisi!
Köşesinden kin kusuyordu.
“Mustafa Kemalcileri hastalıklı uzuv gibi kesip atmalı” diyordu.
“Mustafa Kemal medeniyet dünyasını aleyhimize çevirmek için Anadolu'da havsalaya sığmaz delilikler yapıyor, cinayetler işliyor” diyordu.
“Bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir” diyordu.

İzmirli süvari teğmen Yıldırım, o “mahluk”lardan biriydi.
18 yaşındaydı.
Vurulmuştu.
40 derece ateşli olmasına rağmen, hastaneden kaçmış, yeniden cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu'nu almaya çalışırken, son nefesini vermiş, bahçesine gömülmüştü.

Teğmen Yıldırım toprağa düşerken, 30 kadar Yunan askeri, savunmasız Kuzuluk Köyü'ne girdi. Gözleri Fatma'ya takıldı. 15'indeydi. “Taze incir gibi” dediler, sırıtarak… Kaçtı Fatma, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. Yakalım dediler, evi yakalım, nasıl olsa çıkar. Çaktılar kibriti, alev alev… Çıkmadı kardeşim. Çıkmadı Fatma.

Teğmen Şevket o sırada Uşak'tan geçiyordu. Sakarya'da şehit düşen Yüzbaşı Basri'nin anacığı yakaladı kolundan, “Basrim nerde?” diye sordu. İçi çekildi Şevket'in, boğazı düğümlendi. “Arkadan geliyor ana” dedi. Söyleyemedi gerçeği… Ve, ömrünün sonuna kadar unutamadı bu yalanını, “kendimi asla affetmedim” diye yazdı, o güne dair hatırasını.

“Bedelli askerlik” yoktu o zamanlar. Zenginse canı sağolsun, garibansa vatan sağolsun denmiyordu. Albay “deli” Halit, belinin sağ tarafında “namuslu” dediği tabancasını, belinin sol tarafında “namussuz” dediği tabancasını taşıyordu. İşgalciye “namuslu”yla sıkıyor, işgalciden korkup kaçana “namussuz”u gösteriyordu, “tercih senin yiğidim” diyordu, “istersen buyur kaçmaya çalış!”

Deliren biri daha vardı. İstanbul'daki işgal kuvvetleri komutanı general Charpy, öfkeden deliye dönmüştü. Elindeki haritayı yırttı, fırlattı attı, “bu hızla yarın İzmir'e girerler” dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, Fahrettin Altay'ın süvarileri tarafından darmadağın edilmişti. Hayalet gibi, bi ordan bi burdan çıkıyorlar, birliklerin arasına dalıyorlar, hızar gibi biçiyorlar, blok halinde hareket etmesi gereken orduyu, lokma lokma bölüyorlardı.

Kaçıyordu Yunan.
Ecel peşlerinde.

Ve, 9 Eylül… Çiçekler açıyordu İzmir'in dağlarında. Bornova'dan boşaldılar aşağıya, dörtnala… Sonradan adı Kahramanlar olan semte geldiler. Ödenecek bedel vardı daha… İkinci tümen dördüncü alaydan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet, son şehitlerimiz… Bugün anıtları var orada. “Vatan ve Namus” yazıyor altında.

Yüzbaşı Şerafettin, teğmen Ali Rıza, teğmen Hamdi, bismillah ilk iş, koştular Hasan Tahsin'in düştüğü yere, hükümet konağının alnı kabağına diktiler al sancağımızı.

Minarelerden ezan sesi yükselirken, Belkahve'deydi Mustafa Kemal, İzmir'i seyrediyordu.

Nif'te kendisi için hazırlanan bağevine gitti.
Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının ışığıyla aydınlanan, buram buram Ege kokan bağeviydi.
Yorgundu.
Yemek getirdiler, yemedi.
Cıgara çıkardı.
Kahve istedi.
“Biliyor musun İsmet” dedi…
“Bir rüya görmüş gibiyim.”

Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya… Çiçekler açıyordu İzmir'in dağlarında.

Karşıyaka'ya Alsancak'a Kadifekale'ye dalan süvarilerimiz, gözlerine inanamıyordu bu arada… Bütün şehir ay-yıldızlı bayraklarla donatılmıştı. Adeta “gelincik tarlası”na dönmüştü.
Ne var bunda şaşılacak derseniz… İşgal edilir edilmez, evler didik didik aranmış, bütün bayraklara süngü zoruyla el konulmuş, ibreti alem için sokaklarda yakılmıştı.
E peki şimdi bu kadar bayrak nerden çıkmıştı?

Vaziyet kısa süre sonra anlaşıldı.
Üç yıldır yokluk içinde yaşayan İzmirli kadınlar, bütün eşyalarını yok pahasına satmış, beyaz patiskalarını, kırmızı masa örtülerini saklamış, asla satmamış, yarıdan keserek, komşularıyla değiş tokuş etmiş, sabırla o geceyi beklemişti.
O gece, 8 Eylül 1922'ydi.
Çıkardılar sandıklarından, kırmızı'nın üstüne beyaz ay-yıldız'ı diktiler… Denizi kız, kızı deniz kokan İzmir'in kadınlarının, halkın bayrağıydı onlar.

Ve, 100 yıl sonra, gene mayıs ayı…
Üstelik 19 Mayıs 1919'un 100'üncü yıldönümü.

İstanbul seçiminin iptali arasında gargaraya geldi.
Kafasında fesle dolaşan Kadir Mısıroğlu öldü.

Tabutuna Türk Bayrağı sardılar.

Ölenin arkasından konuşmak bizim töremizde yok.
Bana cevap veremeyecek kişi hakkında asla yazmam.

Cevap verebilecek durumda olanlar için yazıyorum…
Hatta, bu millete mutlaka cevap vermesi gerekenler için yazıyorum.

“Keşke Yunan galip gelseydi” diyen…
“10 Kasım'da saat 9'u 5 geçe kenefe gidin” diyen…
“Mustafa Kemal'in verdiği zararı Yunan yapmazdı” diyen…
“Heykellerinin köpek leşi gibi sürüklendiğini göreceksiniz” diyen…
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy'a “serserinin teki” diyen…
“One minute sözü, İstiklal Harbi'nden daha önemlidir” diyen…
“Vasiyetimdir, Mustafa Kemal'e zerre muhabbeti olan cenazeme gelmesin” diyen…
Kadir Mısıroğlu'nun tabutuna Türk Bayrağı sarılmasına, hangi yasayla, hangi tüzükle, hangi ahlakla, hangi vicdanla, hangi “milli” ve “yerli” duyguyla, kim izin verdi?
Yılmaz ÖZDİL