/* BURADAN */ /* BURAYA */

Sayfalar

17 Şubat 2016

ATATÜRK VE FRANSIZ SEFİRİ


Fransa"da çok meşhur bir sözlük vardır; Larousse

Bu sözlükte bir kelime var; ""décapiter""...

Bu kelime, 1931 yılındaki sözlükte; ""boynunu vurmak"" diye ifade ediliyor.

Kelimenin bir başka anlamı daha var; ""Kazığa oturtmak"", yani sivri bir
kazık hazırlamak ve kazığın bir ucu insanların ağzından çıkacak şekilde
üzerine oturtmak.
Vahşi bir uygulama.

Burada, kazığa oturtmak deyiminin manasını açıklığa kavuşturmak için örnek
veriliyor:
""Türkler, bugün bile esirlerini kazığa oturturlar.""

Atatürk bunu öğrenince, Fransız Büyükelçisi"ni yemeğe davet ediyor.

Elçi, diğer elçilere böbürleniyor, hava atıyor; Atatürk tarafından davet
edildiği için.

Köşke geliyor, yemekler yeniyor.

Atatürk tabii bir şekilde, Elçiye bu kelimenin anlamını soruyor.
O da bildiği anlamı söylüyor.

Atatürk; ""Kelimenin başka bir anlamı var mı?"" diye sorunca, Büyükelçi;
""Bunu söylemek için sözlüğe bakmam gerekir"" diyor.

Atatürk; daha önce hazırlamış olduğu ve çalışanlarına öğütlediği şekilde
Larouse"u getirtip, Büyükelçinin önüne koyduruyor.

Elçi, daha işin nereye kadar gideceğinin farkında olmadan hevesle okumaya
başlıyor.
Ancak kelimenin karşısında ""kazığa oturtmak"" konusunda verilen örnek
cümleye gelince, ancak yarıya kadar okuyabiliyor ve yarısından sonra
yutkunarak Atatürk"ün yüzüne bakıyor.

Atatürk diyor ki:
""Demek ki biz Türkler; bugün de esirlerlerimizi kazığa oturtuyoruz öyle mi,
öyle mi sayın Sefir? Sözlüğünüze böyle yazmışsınız, bu doğru mu?""

Sefir, hemen sözlüğü biraz karıştırıyor ve bir kaçamak noktası bularak diyor
ki; ""Efendim bu sözlük; Katolik Kilisesi"nin matbaasında basılmış,
bildiğiniz gibi biz laik ülkeyiz, kilisenin yaptıklarının bizim
hükümetimizle bir ilgisi yok. Bizi ilgilendirmez ve biz kiliseye
karışamayız.""

Atatürk:
""Öyle mi efendim, siz laik bir ülke olduğunuz için demek ki kiliselere
karışamıyorsunuz. Öyleyse ben de yarından itibaren İstanbul"daki kiliselerin
kapılarına koca birer kilit astırıyorum"" diyor.

Bunu duyan Sefir, birden ayağa kalkıyor ve; ""Ekselans, protesto ederiz""
diyor.

Bunun üzerine Atatürk;
""Hani sizi ilgilendirmiyordu, karışmıyordunuz?"" diyor ve ilgililere
dönerek; ""Sefire yolu gösterin"" diyerek, bir anlamda onu kovuyor.

Sonra ne mi oluyor?

Tabii Fransız hükümeti; laiklik söylemlerini bir tarafa bırakıyor, hemen o
sözlük toplatılıyor ve yeni baskısında o cümle çıkarılıyor.

Bu muhteşem tavır;

- Askerimizin başına çuval geçirildiğinde sessiz kalan,

- Karakollarımıza komşu bir ülkeden saldırılar düzenlenip şehitler
verdiğimizde, harekete geçmeden önce icazet almak için okyanus ötesine
giden,

- Fuarlarda, ülkemizin bir bölümünü kurdukları kukla devletin parçası olarak
gösteren haritalar asanlarla, hala resmi temaslarda bulunan değerli
yöneticilerimize

ve

- 85 yılda, nerelerden nerelere geldiğimizi hala göremeyen aziz
vatandaşlarımıza ithaf olunur...

VATAN MEVZUBAHIS ISE GERISI TEFERRUATTIR..
ATATÜRK

02 Şubat 2016

HALİL İBRAHİM BEREKETİ



Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış.

Büyüğü Halil.
Küçüğü ise İbrahim...
Halil, evli ve  çocuklu.
İbrahim ise bekarmış...
Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...
Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.
Bununla geçinip giderlermiş...

Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı.
İkiye ayırmışlar.
İş kalmış taşımaya.
Halil, bir teklif yapmış :

"İbrahim kardeşim; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle."
"Peki abi" demiş İbrahim...
Ve Halil gitmiş çuval getirmeye... .

O gidince, düşünmüş İbrahim:
"Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine"
Böyle demiş ve kendi payından bir miktar atmış onunkine...

Az sonra Halil çıkagelmiş.
"Haydi İbrahim", demiş, "Önce sen doldur da taşı ambara."
"Peki abi."
İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola.
O gidince, Halil düşünür bu defa:
Der ki:
"Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardeşim bekar."
"O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek."
Böyle düşünerek, kendi payından atar onunkine birkaç kürek.

Velhasıl, biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine.
Bu, böyle sürüp gider.
Ama birbirlerinden habersizdirler.
Nihayet akşam olur.
Karanlık basar.
Görürler ki, bitmiyor buğdaylar.
Hatta azalmıyor bile.

Hak teala bu hali çok beğenir.
Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki...
Günlerce taşır iki kardeş, bitiremezler.
Şaşarlar bu işe...
Aksine çoğalır buğdayları.
Dolar taşar ambarları.

Bugün "Bereket" denilince, bu kardeşler akla gelir.
Bu bereketin adı: Halil İbrahim bereketidir .