/* BURADAN */ /* BURAYA */

Sayfalar

25 Ocak 2011

YUMURTA AKI...

Hiçbir zaman bunu kullanmak gerekmeyeceği düşünülür, ama gerektiğinde...

Yumurta akı kullanılarak yanıklar basit ve etkin biçimde tedavi edilebilir.

Bu yöntem itfaiyecilerin eğitimi sırasında ders olarak verilmiştir

Bir yanık meydana geldiğinde, kapsadığı alan ne olursa olsun ilk
yardım, etkilenen alanı sıcaklık azalıncaya ve deri tabakalarını
yakmayı bırakıncaya kadar soğuk suyun altına tutmak ve sonrasında bu
bölgeye yumurta akı uygulamaktan oluşmaktadır.

Bir kimsenin elinin büyük bir kısmı kaynar su ile yandığında, duyduğu
büyük acıya rağmen elini soğuk su musluğunun altına tutmuş ve
sonrasında 2 yumurta kırmış, aklarını ayırmış ve çırpmış ve elini
içine daldırmıştır.

Eli o denli yanmış durumdadır ki yumurta akı uygulanır uygulanmaz
derisi kurumuş ve yumurta akı bir film tabakası oluşturmuştur.

Daha sonra bu kişi yumurta akının doğal bir kollajen (bir tür
albüminoid) olduğunu öğrenmiş ve en az bir saat boyunca eline tabaka
üzerine tabaka gelecek şekilde yumurta akı uygulamıştır. Öğleden sonra
hiçbir acı duymaz olmuştur. Ertesi sabah yanık bölgesinde nerdeyse
belirsiz bir kırmızımsı leke kalmıştır. Elinde sürekli ve feci
görünüşlü bir yara izi kalacağını düşünürken 10 gün sonra geride
hiçbir yanık izi kalmamış ve hatta deri eski normal rengine yeniden
kavuşmuştur!

Yanan bölge yumurta akında mevcut ve aslında vitamin dolu bir plasenta
(etene) olan kollajen sayesinde tamamen yenilenmiştir.

21 Ocak 2011

İLERİ DEMOKRASİ...

“Avanta kömür” muamelesini ıslıklayan taraftarı para cezasına çarptırıp, bi daha stada sokmayacaklarmış... Halbuki, para cezasına çarptırılıp, stada sokulmaması gerekenler başkaları!
*
Çünkü...

*
New York’un “demokrat” valisi var, Obama’nın has adamı, David Paterson... Bu vali, beyzbol efsanesi Yankees’in taraftarı... Geçen seneki final maçını, en faça koltukta seyretti.
*
Gel gör ki, “şerefsiz” New York Post Gazetesi, merak eder, Yankees Kulübü’nü arar, Vali’nin kaç bilet aldığını, parasını ödeyip ödemediğini sorar. ABD bizim gibi “ileri demokrasi” ülkesi olmadığı için, “kabile devleti” olduğu için, “Sana ne lan” diyemezsin, cevaplayacaksın.
*
Yankees Kulübü, Vali’ye beş tane bilet verildiğini, parasının ödenmediğini açıklar. Niye ödenmemiş? “Resmi görevli” olarak geleceği bildirilmiş, resmi görevliden para alınmıyor.
*
Gel gör ki, “haysiyetsiz” New York Post Gazetesi, bu sefer, neden bir tane değil de, beş tane bilet verildiğini merak eder. Araştırır... Vali’nin iki yardımcısına, oğluna ve oğlunun arkadaşına “avanta” bilet aldığını ortaya çıkartır...
Haşırt diye manşet yapar.
*
Buyrun burdan yakın...
Manşetteki soru basittir:
“Avanta bilet rüşvet değil mi?”
*
Vali tutuşur...
Yankees’le temas kurup, parayı ödemek istediğini söyler. Orası “yalakalar devleti” olduğuiçin, Yankees kulübü “Reca ederim efenim, ödenmiş kabul edelim” diyemez maalesef...Hesapları denetleniyor. “Kredi kartı numaranızı verin, tahsil edelim” der.
*
Vali “ebelek gübelek” der.
Çünkü, kredi kartından öderse, ödeme tarihi ortaya çıkacak. Yani, maçtan önce değil,gazetenin manşetinden sonra mecburen ödemek zorunda kaldığı anlaşılacak.
*
Hal çaresi?
Vali der ki:
“Çek vereyim!”
*
Verir çeki... Ancak, cinlik yapar, eski tarih atar. Böylece, sanki maçtan önce parayı ödemiş gibi olur. Sonra da utanmadan basın toplantısı yapar, “İftira atıyorlar... İşte ödediğim çek”der.
*
Gel gör ki, “karaktersiz” New York Post’un manşeti, ihbar kabul edilmiştir. “Badem bıyıklı” polis devreye girer. Çek, adli tıp tarafından incelenir. Mürekkep testiyle, çeke atılan tarihin çakma olduğu kanıtlanır. “Puşt” New York Post manşeti dayar: “Vali yalan söylüyor!”
*
Hadi bakalım, New York Eyaleti Dürüstlük Komisyonu devreye girer iyi mi...
*
Dedim ya, orası bizim gibi “ileri demokrasi” ülkesi olmadığı için, böyle saçma sapan komisyonları var... Toplanır, haşırt diye 62 bin 500 dolar cezayı geçirir Vali’ye.
*
2 bin 500 dolar bilet parası, 60 bin dolar yalan söylediği için!
*
İşin “hazin” tarafı... Dürüstlük Komisyonu’nun üyeleri, bizzat vali tarafından seçiliyor. Yani,“Koltuğumuzu ona borçluyuz, pisliğini örtelim, aklayalım” demiyor “nankör” herifler!
*
Netice?
Uçtu vali.
*
Obama çıkıp “Kefilim” demedi. Zart diye değiştirildi. İnsan içine çıkamıyor şu anda.
*
Bizim şeref tribünlerine çoluğunu çocuğunu doluşturan bürokratları, VIP localarında saçını tarayarak poz veren generalleri, maçı yazmadığı halde baş köşeye kurulan gazetecileri,koltuğunu beğenmediği için kavga çıkaran siyasileri, el pençe durup ihale kapan kulüp yöneticilerini görünce... “İyi ki ileri demokraside yaşıyoruz” diye mutlu oluyor insan.
*
Demem o ki, değil ıslık...
Vuvuzela öttürsen hikâye.
*
Sivrisinek eskidendi çünkü...
Anlayana davul zurna saz,
anlamayana sazı soksan az.

18 Ocak 2011

Müebbet adamı halay çeke çeke saldılar birader; şimdi de galiba kaçtı diyorlar!


Hizbullah koalisyondan kaçtı.

Lübnan’da hükümet düştü.
Bizim Hizbullahçılar kaçtı.
Hükümet koç gibi duruyor.

Sanırım bu nedenle, Lübnan Başbakanı koşa koşa Ankara’ya geldi, ki, akıl danışsın!

Bakın, kaçtı maçtı deyince, aklıma geldi... Adamın biri, bisikletle Türkiye’den İran’a geçiyormuş, selesinde kocaman bir torba... Gümrük görevlisi şüphelenmiş haliyle, “Aç torbayı” demiş, açmış, kum çıkmış... İki gün sonra, aynı adam ıslık çala çala gelmiş sınır kapısına, çıkış yapacak, selesinde gene torba... “Aç” demişler, açmış, gene kum.

İki gün sonra, aynı adam pedal çevire çevire gelmiş sınır kapısına, selede gene torba... Bu sefer, polis çağırmışlar, narkotikçi gözüyle incelemişler, nafile, bildiğin kum... Delirecekler.

Bir, üç, beş, hep aynı manzara... Adam geliyor geze geze, termal kamerayla bakıyorlar, tahlil yapıyorlar, köpeklere koklatıyorlar, uyduyla takip ediyorlar, hikâye... Hep kum çıkıyor.

Aradan yıllar geçiyor. Gümrük görevlisi çarşıda rastlıyor o adama... “İçim içimi yiyor” diyor, “Bu saatten sonra bi şey yapamam sana, Allah aşkına söyle, ne kaçırıyordun o torbayla?”

“Bisiklet” diyor!

Profesörleri yakalıyor.
Gazetecileri yakalıyor.
Subayları yakalıyor.
Savcıları yakalıyor.
Yıllardır eşeliyor...
Kum çıkıyor, çıka çıka.

Hizbullah vınn bu arada...
Gözümüzün içine baka baka.

Domuz bağından yırtsan bile...
Gülmekten ölürsün bu ülkede.


YILMAZ ÖZDİL / HÜRRİYET 

RE RE RE..


Barcelona Belediyespor veya New York Belediyespor yokken, bizim memlekette İstanbul Belediyespor varsa...

Ankara Belediyespor yüzünden futbolun altı üstüne geliyorsa...
Cem Uzan’ın faturası Adanaspor’a; Dinç Bilgin’in faturası Göztepe’ye kesiliyorsa...
1970 Kasımpaşa yok, 1980 Kasımpaşa yok, 1990 Kasımpaşa yok, 2000 Kasımpaşa yok, 2002 Kasımpaşalı iktidar, 2004 Kasımpaşa üçüncü ligde, 2005 Kasımpaşa ikinci ligde, 2006 Kasımpaşa birinci ligde, 2007 Kasımpaşa süperligde’yse...
Eski Maliye Bakanı, sanki cebinden verecekmiş gibi, Eskişehirspor’a Ronaldinho’yu getireceğim diyorsa... Yeni Maliye Bakanı’nın memleketi Batmanspor’la Fenerbahçe’ye maç yaptırılıyor ve TRT Şeş’ten yayınlanıyorsa...
Rize’deki Atatürk Stadı’nın ismi siliniyor, Tayyip Erdoğan Stadı yapılmak isteniyorsa...
Kafasına ampul şapkası takılan Hakan Şükür, miting kürsüsüne çıkarılıyorsa...
Basketbol federasyonu başkanı, referandumda evet çıksın diye dua ediyorsa... Milli takımın maçı, Başbakanımızın iftar programı nedeniyle geç başlatılıyorsa... Hayır’cı Fazıl Say’ın üstünü çizip, evet’çi Sezen Aksu kadroya monte ediliyor ve “dev” adamların töreni “minik” serçeyle yapılıyorsa...
Ponpon kızlar yasaklanıyorsa...
Başbakan yuhalandı diye, bütün salonun kameraları tek tek incelenip, insanlar gözaltına alınıyorsa...
Ermeni açılımını futbol üzerinden yapmaya kalkıp, Azerbaycan bayrağına yasak getiriliyorsa...
Bazı kulüplere seçim yatırımı olarak para aktarıldığı iddiası WikiLeaks belgelerinde yer alıyorsa...
Sivas mitinginde Sivasspor atkısı, Sakarya mitinginde Sakaryaspor atkısı, Mardin mitinginde Mardinspor atkısı takılıyor; kafa ile kol arasına bağlanan taraftar atkısı, kafakol aracı haline getiriliyorsa...
Efes Pilsen yasaklanıyorsa...
Avrupa’yı dize getiren 105 senelik kulübe, kömür yardımı muamelesi yapılıyorsa...
*
Spor siyasete alet ediliyorsa...
*
Herkes korkudan susar.
Gerçekleri tarih yazar.

07 Ocak 2011

BİR MASAL...

Küçük Karınca, her sabah erkenden işine gelir ve neşe içinde çalışmaya başlardı. Çok çalışır, çok üretir ve bunları keyif içinde yapardı.

Patronu Aslan, Karınca’nın başında yöneticisi olmadan kendiliğinden bu kadar hevesle çalışmasına çok şaşırırdı.
Bir gün kârı ve verimliliği artırmak için aklına parlak bir fikir geldi. Eğer Karınca, başında bir yönetici bile olmadan bu kadar üretken olabiliyorsa, bir de başarılı bir yöneticisi olsa neler yapardı.

Bunun üzerine, müthiş bir yöneticilik kariyeri olan ve yazdığı raporlarla ünlü Hamamböceği’ni işe aldı. Hamamböceği, Karınca’nın çalıştığı saatleri tam olarak ölçebilecekti. İş saatlerinde gevşekliğe müsaade etmeyecekti.

Elbette raporlarını düzenleyecek bir sekretere de ihtiyacı olacaktı. Bu nedenle hem telefon trafiğini yönetmek ve hem de arşiv işleri için Örümcek’i işe aldı.

Aslan, gelişmelerden çok memnundu. Hamamböceği’nin hazırladığı raporlar gerçekten harikaydı. Hatta ondan üretim hızını ölçen ve kârlılığı analiz eden renkli grafikler de hazırlamasını istedi. Böylece bu raporları ortaklarına sunum yaparken kullanabilecekti.
Hamamböceği, bu raporları üretebilmek için yeni bir bilgisayara ve donanıma ihtiyaç duydu. Artık artan ekipmanlar için de bir bilgi işlem departmanı oluşturmanın zamanı gelmişti. Bu işleri idare etmek için Sinek’i işe aldı.

Bir zamanlar mutlu, üretken ve rahat olan Karınca bu yeni toplantı düzeninden ve evrak işlerinden yılmıştı. Zamanın büyük bir kısmını sorulan soruları cevaplamak ve evrak işleri yapmakla geçiyordu.

Aslan, Karınca’nın bölümünün giderek büyümesinden memnundu. Bölümü daha da büyütmek üzere bir üst yöneticiye ihtiyaç olduğunu düşündü. Ve bölüm başkanı olarak başarıları ile ünlü Ağustosböceği’ni işe aldı.

Kendi rahatına ve keyfine düşkün Ağustosböceği’nin ilk icraatı ofisi rahat edebileceği yeni mobilyalarla döşemek oldu.

Tabii ki kendisinin yeni bir bilgisayara, bütçe kontrol ve stratejik verimlilik planı hazırlanması için kişisel bir yardımcıya ihtiyacı vardı. Bunun üzerine eski iş yerindeki yardımcısı Tahtakurusu’nu işe aldı.

Karınca’nın çalıştığı yer giderek kimsenin gülmediği, neşesiz ve mutsuz bir mekâna dönüşmüştü. Ağustosböceği, patronu Aslan’ı ortamın ruh halini değiştirecek bir çalışma yapılması gerektiğine ikna etti.

Bunu üzerine, Karınca’nın bölümünde olup bitenleri gözden geçiren Aslan, üretimin ve kârlılığın dramatik bir şekilde düştüğünü fark etti.

Hemen, son derece itibarlı ve iyi tanınmış bir danışman olan Baykuş’u sorunu çözmesi için işe aldı.

Baykuş, Karınca’nın departmanında üç ay geçirdi. Bu hummalı çalışmanın ardından ciltler tutan muhteşem bir rapor yazdı.
Raporun sonucu şuydu: “Departmanda aşırı istihdam vardı.”
Aslan, raporu inceledikten sonra dramatik bir karar verdi.
Ve, elbette, ilk olarak negatif tavırlarıyla dikkat çeken, mutsuz ve çalışma isteğini kaybetmiş olan Karınca’yı işten çıkardı.

01 Ocak 2011

Kürtçe konuşamayan Fransızlar...



Mt Uluğtekin YILMAZ 

Kürtçe konuşamayan Fransızlar...

Kürtçe dayatması sürüyor... Daha geçen gün Mersin’de -insan demeye dilim varmıyor- birisi, “Kürtçe şarkı bilmiyorsun” diye, ses sanatçısını öldürdü! 
Türkiye’nin geldiği noktaya bakar mısınız? Çok değil yedi-sekiz yıl önce kim cesaret edebiliyordu böylesine? 
Şimdi, bu olaya nokta koyup, bir okuyucumdan aldığım iletiden söz edeceğim. Ülkemizin has evlatlarından Dr. Erdem Alptuna’nın yaşadığı olayın öyküsü bu... Bu öyküyü tüm Türk milletinin öğrenmesini istiyorum. Ve değerli hekimimizin akıcı üslubuna hiç dokunmadan metni sizlere sunuyorum
:


 “Oğlumun hastalığı nedeniyle Fransa’da bulunduğum bir sırada hastane kantininde bir grup aksanlı Türkçe konuşan kişiyle karşılaştım. Türk doktoru olduğumu öğrenince yanıma gelip üst katlardan birisinde yatan babalarını görüp göremeyeceğimi sordular. 
‘Bir Türk doktordan hastalığını öğrenmek için can atıyor, Fransız doktorlara biz tercüme etsek bile inanmıyor’ dediler.
Dört eski Türk vatandaşı ile asansörde babalarını görmek için çıkarken aralarından birisi “Bize Kürtçe konuşturmadınız, o yüzden kaçtık, buralara geldik” dedi sertçe.
“Siyasi sığınma hakkı istediniz ve verdiler, öyle mi?” 
“Evet.” 
“Siyasi sığınma hakkı için gerekçe olarak Kürtçe konuşturmuyorlar dediniz. Öyle mi?” 
“Evet.” 
“Eh o zaman yaşadınız. Artık Fransa’da aranızda Kürtçe konuşur güzelce anlaşırsınız. Hatta, eminim Fransız Milli Eğitim Bakanlığına bir de dilekçe vermişsinizdir ve onlar da size Kürtçe eğitim yapan okullar açacaklardır, 
öyle mi?” 
 “Hayır dilekçe vermedik.” 
 “Niye vermediniz? Fransız Millet Meclisine girin. Orada Kürtçe konuşun. Kürtçe eğitim yapan okullar isteyin. Ana dille eğitim yapan bu okulları açmaz da Kürtçe eğitim yapmazlarsa caddelere çıkın, pankartlar açın, Kürtçe eğitim istiyoruz, ana dille eğitim istiyoruz diye, Şanzelize caddesinde yürüyün.” 
 “Doktor bey bizimle alay mı ediyorsun. Bizi hapse atarlar ve hemen bu ülkeden sürerler.” 
“İyi
 ya siz de Türkiye’ye kaçarsınız, Fransa’da bize ana dille eğitim hakkı vermiyorlar ve Kürtçe konuşturmuyorlar diyerek siyasi sığınma hakkı istersiniz.” 
 “!!!” 
“Bakın eğer bunu yapmazsanız oğullarınız ve kızlarınız Kürtçe konuşamayan Fransızlar olacaklar. Bence mutlaka pankartlar açıp Şanzelize’de yürümelisiniz ve siyasi haklarınız için PKK ile iş birliği yapıp Fransız Ordusuna saldırın ve askerlerini öldürün. Eminim 30 bin Fransız asker ve sivilini öldürdükten sonra size Kürtçe eğitim yapacak bir iktidar bulursunuz. Ha gayret.” 
Sertlik ve saldırganlık bitiverip dört eski Türk vatandaşının başları öne eğildiği sırada asansör arzulanan katta durdu. Babalarını gördüm. Beyin kanaması ile felç geçirmekteydi. Durumu anlattım. Gerçeği söyledim ve tedavi olacağını ve yaşayacağını söyledim.
Sağlam eli ile elimi tuttu bırakmadı. “Doktor bey, söyle oğlanlara beni memlekete götürsünler. Türk doktorlara teslim etsinler. Bir nefeste beni iyi ettin, can verdin. Sevgili Türkiyem gözümde tütüyor. N’olur burada ölmeme izin verme. Ankara’daki doktorlar geçen defa beni iyileştirmişlerdi. Beni n’olur seninle birlikte Ankara’ya götür.” 
Benim de başım öne eğildi. Çünkü isteğini gerçekleştiremezdim.
Beş başı öne eğik insan, asansörden konuşmadan indik; oğlanlar çocuklarını Kürtçe konuşamayan Fransızlar yapmak için evlerine dağıldılar, ben de oğlumun tedavisine devam etmek için yoğun bakımın yolunu tuttum.”

Fransa’da yaşanan gerçek olayın anlatımı burada bitiyor.
Yorumu okuyucularıma bırakıyorum.
Haftaya buluşmak dileğiyle...