26 Eylül 2019
22 Eylül 2019
Liyakat, Biat
Yılmaz Özdil; Pür dikkat okumanızı rica ederim…
Liyakat,biat
1933.
Cumhuriyet on yaşına gelmişti.
Onuncu Yıl Marşı için yarışma açıldı.
Faruk Nafiz Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar'ın yazdığı sözler seçildi, Cemal Reşit Rey besteleyecekti.
★
Mustafa Kemal güfteyi görmek istedi.
Getirdiler.
★
Çıktık açık alınla on yılda her savaştan
On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan
Başta bütün dünyanın saydığı başkumandan
Bir baca yükseliyor, durmadan her yamaçtan
★
Okudu.
Son dizenin üstünü çizdi.
“Demir ağlarla ördük, anayurdu dört baştan” yazdı.
★
Sonra da Behiç Erkin'e döndü.
Çanakkale'den beri arkadaşıydı.
İstiklal Madalyalı milli mücadele kahramanıydı.
Devlet demiryollarının kurucusu ve ilk genel müdürüydü.
“Sizlerin bu on senedeki emeğiniz iyi ifade edilmiyordu, o nedenle o mısrayı değiştirdim” dedi.
★
Türkiye Cumhuriyeti'nin on yıllık mucizevi kalkınma hamlesine imzasını atan Mustafa Kemal… Zihinlere mıh gibi çakılan “demir ağ” metaforuyla, Onuncu Yıl Marşı'na da imzasını atmıştı.
★
Behiç Erkin…
İstanbul doğumluydu.
Mustafa Kemal'den beş yaş büyüktü.
Kurmay subaydı.
Lojistik dehasıydı.
Çanakkale'ye asker ve mühimmat sevkiyatında inanılmaz işler yapmıştı.
Memleket işgal edilince saniye tereddüt etmeden Anadolu'ya geçti, milli mücadeleye katıldı.
★
Anadolu'ya geçtiği gün, Mustafa Kemal çağırdı.
“Ben cephede ne yapılması gerektiğini biliyorum, sen cepheye askerin mühimmatın erzağın nasıl getirilmesi gerektiğini biliyorsun, demiryolları işin ehli biri tarafından yönetilmezse bu işi yapamayız, demiryolları sana emanet” dedi.
★
Behiç Erkin, Mustafa Kemal'i yanıltmadı.
“Türkler demiryolu işletemez” önyargısını tarihe gömdü.
Savaştan sonra demiryolu okulu açtırdı, uzman personel yetiştirdi.
Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nın kurucusu ve ilk genel müdürü oldu.
O yokluk döneminde memleketin demirağlarla örülmesinde birinci derecede katkısı oldu.
İşletme dilini Fransızca'dan Türkçe'ye çevirdi.
Demiryolları müzesi kurdu.
Sonradan İstanbul Teknik Üniversitesi adını alacak olan Mühendis Mektebi'ne özerklik kazandırdı.
Milletvekilliği yaptı, bakanlık yaptı, büyükelçilik yaptı.
★
Kurtuluş Savaşı'nın en kritik günlerinde, Mustafa Kemal acil ibaresiyle bir telgraf göndermişti.
“Sevkiyatı hızlandırın, trenleri son sürate çıkarın, geciktiren idamla cezalandırılır” diyordu.
Behiç Erkin derhal cevap telgrafı gönderdi.
“Bu hat 40 kilometreden süratli gitmeye müsait değildir, hızlandıralım derken tek bir sevkiyat bile yapamayabiliriz, emrinizi aldım, bu nedenle uygulamadım, ikinci emrinizi bekliyorum” dedi!
Mustafa Kemal'den tekrar telgraf geldi:
“Sen nasıl uygun görürsen Behiç…”
★
İşte bu diyalog ve bu omurgalı karakter nedeniyle, Mustafa Kemal tarafından Behiç'e Erkin soyadı verildi.
Mustafa Kemal kendi el yazısıyla Behiç'e gönderdiği mektupta, Erkin'in anlamını şöyle yazmıştı: “Her şart altında kendi doğrularını dile getirme cesaretini gösteren, bağımsız kişi.”
★
Behiç Erkin gerçekten her şart altında kendi doğrularını gerçekleştiren, bağımsız kişiydi.
İkinci Dünya Savaşı'nda Fransa nazi işgali altındayken, Paris Büyükelçimiz'di.
Müthiş bir insanlık örneğine imza attı, 20 bine yakın Yahudi'ye Türk pasaportu vererek, Türk vatandaşı gibi göstererek, ölümden kurtardı.
“Türk ulusu adına konuşuyorum, Atatürk önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nde din, dil, ırk ayrımı yoktur, vatandaşlarımıza dokunamazsınız” dedi.
20 bin insanı kurtardı.
★
1961'de rahmetli oldu.
Vasiyet etmişti…
“Beni, ilk demiryolu genel müdürlüğü görevini üstlendiğim Eskişehir'e, İzmir-İstanbul-Ankara hatlarının birleştiği yerde toprağa verin” dedi.
Orada yatıyor.
★
Albay rütbesiyle emekli olan Behiç Erkin, ömrü boyunca not tutmuştu, yaşadıklarını gün gün kaydetmişti.
900 defterden oluşan notlarını 29 Ekim 1958'de Türk Tarih Kurumu'na teslim etti.
Devlete millete tek kuruş yük olmamak amacıyla, yayın masrafları için 10 bin lira bağış yaptı, o günün parasıyla çok ciddi paraydı.
★
Pür dikkat okumanızı rica ederim…
★
Kelimenin tam manasıyla “yurtsever devrimci” olan Behiç Erkin, Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan “Hatırat” isimli kitabının son paragrafında kelimesi kelimesine şunları söylüyor…
★
“Yukarılarda beyan ettiğim veçhile ben, 1920-1928 seneleri arasında demiryollarını idare ederken, ihmale hiç tahammül edemezdim.
Aldığım ve aldırdığım tertibat sayesinde bu sekiz sene içerisinde hiçbir yolcu telef olmamış ve yaralanmamıştır.
Alelhusus, 1922 büyük taarruzu sırasında Yunanlıların tahrip ettikleri demiryollarının ilk tamiri, iki metre boyunda ray parçalarıyla yapılmış ve demir köprüler gelinceye kadar ahşap köprülerle hat işletmeye açılmış iken, bu sırada dahi bir kaza kaydolunmamıştır.”
★
Kurtuluş Savaşı…
Büyük Taarruz…
Kaza bile yok!
★
“Liyakat aşığıyım” diyen Mustafa Kemal'in, devlete yönetici seçerken ne kadar isabetli tercihlerde bulunduğunun kanıtlarından biriydi.
★
Ve dün…
Devlet demiryolları genel müdürü görevinden alındı.
★
Alt tarafı üç yıl görev yaptı.
★
2016'da 67 ağır kaza oldu.
95 kişi hayatını kaybetti.
2017'de 45 ağır kaza oldu.
54 kişi hayatını kaybetti.
Kimisinde tren trene vurdu, kimisinde hemzemin geçitte tren insana vurdu, kimisinde tren raydan çıktı.
★
2018…
Edirne'den İstanbul'a giden tren Çorlu'da devrildi, cinayetten farksızdı, raylar çamaşır ipi gibi havada asılı duruyordu, altında toprak yoktu, çünkü kontrol eden yoktu, kontrol etmesi gereken işçileri işten çıkarmışlardı, bir ay önce yapılması gereken bakım-onarım ihalesini iptal etmişlerdi, yedisi çocuk, 25 insanımız hayatını kaybetti, 328 insanımız yaralandı.
Seçim şovu yapmak için, oy toplamak için, eksikleri tamamlanmadan açılan, sinyalizasyonu bile olmayan tren hattında, Ankara garından çıkan hızlı tren, karşı yönden gelen kılavuz lokomotifle kafa kafaya çarpıştı, dokuz insanımız hayatını kaybetti, 86 insanımız yaralandı.
★
Geçen hafta…
Kılavuz tren tünelde duvara çarptı, iki makinist hayatını kaybetti.
★
Liyakat var.
Kurtuluş Savaşı'nda bile kaza yok.
Biat var.
Trene binerken helalleşiyoruz.
★
Devletin her kurumunda böylesine yeteneksizleri bulup biraraya getirmek, özel yetenek olsa gerek!
14 Eylül 2019
Derviş' in Kavalı ve Felsefe Dersleri
Bugün eşimin ellinci ölüm yıl dönümü. Evliliğimizin üçüncü yılında, henüz yirmi yedisinde soluverdi canı bir tanemin. Bir evlat emanet etti bana, oğlumu. Ailem, dostlarım, komşularım birçok kez baskı yaptılar evlenmem için. Evlenmedim. Elli yıldır özlemimdeki sırlı güzelliktir eşim. Can yoldaşımı çok özlüyorum ve ona bir mektup yazdım bugün. Kendimden, oğlumdan, güzel günlerden, hoş hatıralardan bahsettiğim bir mektup. O mektubu paylaşacağım sizinle ve mektubumun bitiminde kaval çalacağım eşimin o güpgüzel ruhuna doğru…
Can Yoldaşım,
Bir haftalığına oğlumuzun yanına gitmiştim İstanbul`a. Bugün döndüm köye. Yolda yazdım sana bu mektubu. Şimdi mezarının başında okumak istiyorum. Biliyorum ki, bütün zamanlardan ve bütün mekanlardan gören ve duyansın beni sen; evimizden, bahçemizden, oğlumuzun yanından , yeryüzünden ve gökyüzünden duyumsayansın ruhumu.
Oğlumuz profesör oldu geçen ay, felsefe profesörü. Benim kadar sen de gurur duymuşsundur eminim. “Babacığım seni her davet edişimde reddediyorsun; ama bu sefer beni kırma lütfen. Üniversitede dersime girmeni çok isterim” dedi. “Peki” dedim, “otururum bir kenarda.” “Hayır babacığım” dedi, “kürsümde sen oturacaksın ve sohbet edeceksin öğrencilerimle. “ Şaşırdım. “Oğlum, ne konuşabilirim ki öğrencilerinle?” dedim. “Felsefe üzerine elbette” dedi, “onlar soracak, sen cevaplayacaksın.” Kızdım. Dedim, “senin gibi tahsilli değilim ben, aklım ermez senin ilmine. “ “Kıracak mısın yine oğlunu?” dedi sitemle. Sana baktım, senin duvardaki fotoğraflarına, -hele kucağında oğlumuzun olduğu fotoğrafa-. Seslendin o fotoğraftan bana, “git Derviş`im” dedin, “benim hatırıma, oğlumuzun hatırına git canım benim.” Yıllardır köyünden çıkıp ilçeye bile gitmeyen ben, oğlumuzun yolladığı biletle, on saatlik yola, İstanbul`a gittim.
Otogarda karşıladı beni oğlumuz. Nasıl özlemişim bir bilsen. Sımsıkı sarıldım ona. Oğlum annesi koktu, sen koktun o anda. Evinde ağırladı beni, -gelinimiz demeyeceğim kesinlikle- kızım ve torunlarımızla. Daha evine giderken sordum arabada, “öğrencilerin biliyor mu dersine gireceğimi?” “Evet babacığım” dedi. “Nasıl anlattın onlara beni?” dedim. Gülümsedi. “Bir köylüm gelecek ve sizinle felsefe sohbetleri yapacak dedim”. “Niye söylemedin baban olduğumu?” dedim. “Sana torpil geçmelerini istemedim, çatır çatır sorular soracaklar sana!” dedi. Aldı beni bir tedirginlik. “Bilmez misin, cahilim senin yanında oğlum” dedim. “Sen benim yalnızca babam değilsin, hocamsın” dedi oğlumuz. Eve vardığımızda kızımız, torunlarımız hep moral vermeye çalıştı bana. Kızımızı ve torunlarımızı da çok özlemişim. Ah, o tedirginlik işte; gece uyuyamadım, gözlerimi bile yummadım neredeyse.
Oğlumuz kavalımla gelmeni söylemişti. “Olur” demiştim, “kaval çalışımı özlemiştir. “ Ertesi sabah üniversiteye gitmek için hazırlanırken, “kavalını da al babacığım” dedi. “Öğrencilerine kaval mı çalacağım?” dedim. “Sen sustuklarını kavalında dillendirensin” dedi. “Rezil olacağım bugün” dedim. “Hayır babacığım” dedi, “her şey çok güzel olacak…”
Vardık üniversiteye. Beni arkadaşlarıyla tanıştırdı oğlumuz; profesör, doçent, asistan arkadaşlarıyla. Öyle mahcup oldum ki el sıkışırken. Bir şey dediklerinde, sesim titredi konuşurken. Fısıldadı kulağıma oğlumuz, “benim hatırıma ve annemin hatırına” dedi, “lütfen rahat ol babacığım.”
Koluma girdi oğlumuz ve sınıfına geçtik. Gülümseyerek karşıladı bizi gencecik çocuklar. “Size bahsettiğim köylüm” dedi oğlumuz, “Derviş Amcanız bizimle olacak bugün.” “Hoş geldiniz” dediler. “Bugün aranızda oturacağım” dedi oğlumuz, “Derviş Amca kürsüde yer alacak.” Yüzümün kızardığını, hatta yandığını hissettim kürsüye yönelirken. “Önde bir yere otur bari” dedim usulca, “bir şey olursa yardım edersin bana”. Gülümsedi, omzuma dokundu hafifçe ve en arkada bir yere oturdu hınzır!
Ön sıradan bir öğrenci dedi ki kürsüdeki bana, “sizinle felsefe üzerine konuşabileceğimizi, her şeyi sorabileceğimizi söyledi hocamız.” Çekinerek dedim, “vakıf değilim felsefe ilmine, ama bildiğim bir şey olursa söylerim.” Gülümsedi hepsi, içtenlikliydi gülümsemeleri. “Köyde yaşıyormuşsunuz” dedi bir öğrenci, “anlatsanıza köyünüzü”. “Bizim oralarda gökyüzü daha hür” dedim, “yıldızlar daha bol.” “Eminim ki öyledir” dedi bir başka öğrenci, “İstanbul`da gökyüzü bile tutsak.” Bir ferahlık süzüldü ruhuma. “Buğday ekerim ben” dedim. “Bir buğday tanesinde ne görüyorsunuz?” diye sordu biri. “Emeği görürüm “ dedim. “Emeği ekinde gördüm ömrüm boyunca; ekin ektikçe huzur buldum, ekmeğimi kazandım ve ektiğim buğdaylarla hem doydum, hem doyurdum.” “Derviş Amca, sen ne güzel bir insansın” dedi bir başkası. “Sağolasın” dedim, “hepimiz can`ız ve hepimiz güzeliz.” Aynı öğrenci,“sana ironik bir soru sormak isterim” dedi. İronik ne demek bilmiyorum. Dedim içimden “başlıyor bilmediğim yerlerden sorular gelmeye!” “Kaç sorusu olabilir bir kedinin?” dedi. Torunlarım geldi gözümün önüne, “onlar sorsa bu soruyu, ne derdim acaba?” diye düşündüm. Bütün gençler merakla bana bakıyor. Göz gezdirdim sınıfa, dedim ki, “sokak kedisinin sorusu olmaz hiç, ev kedisinin de cevabı...” “Derviş Amca, süpersiniz ” dedi biri. “Müthiş cevaptı” dediler. “Ben de bir ironik soru soracağım” dedi bir genç. O kadar tedirgin olmadım bu sefer! “Bir balık mı yaşamımız kuş olmaya hüküm giymiş?” dedi. Torunlarımızı düşündüm yine. Onların her muzır sorusuna, aynı muzırlıkta cevap verişimi. “Kuş olamayacağını anlayınca uçanbalık olmuş bir yaşamımız var belki de” dedim. “Alkışlıyorum sizi” dedi soruyu soran öğrenci. “Helal olsun Derviş Amcaya” diyenler, “harikasınız amcacığım” diyenler… Felsefe akımlarından, düşünürlerden soru sormadılar bana. Biri dedi, “çok güzel kaval çalıyormuşsunuz, bize kaval çalar mısınız?” “Eşimi kaybettikten sonra öğrendim kaval çalmayı” dedim. “Kaval ne ifade ediyor sizin için?” dediler. “Sevgiyi ifade ediyor” dedim; “eşimin sesi, nefesi, ruhu kavalımın tınılarında dolaşıyor her üflediğimde.” “Bize eşinizi anlatır mısınız kaval çalarak?” dedi bir genç. Demedim bir şey. Çıkardım kavalımı kılıfından. Yanı başımda seni gördüm sanki. “Çal Derviş`im” dedin bana, “benim için üfle kavalına bir tanem…” “Gel gör beni aşk neyledi”; ne çok severdik Yunus`un mısralarını değil mi… Onu çalarken öğrenciler de eşlik etti bana…
Ben yürürüm yane yane
Aşk boyadı beni kane
Ne akilem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi…
Bitiremeden ezgiyi, gözlerim doldu, nefesim ıslandı… Baktım, çocukların da gözleri dolu dolu olmuş. Yanıma geldiler, “eşini çok sevmişsin Derviş Amca” dediler. “Seviyorum” dedim. “Can olana ölüm yok ki; bedenimiz çürüse de sevgimiz taptaze dolaşacak yeryüzünü, doğayı, evreni…” Sevgiden konuştuk, aşktan, umuttan… “Aşkı tarif etsenize” dediler. “Aşk” dedim, “zemheride bile kelebek olmaya heveslenmektir.” “Kelebeğin ömrü üç günlük” dediler, “üç günlük dünyadayız zaten” dedim. Hiçbiri sırasına dönmedi, hepsi yanımda yöremde. Oğlum geldi en arka sıradan. “Müsaade eder misiniz?” dedi. Çekildiler geçebilmesi için. “Derviş Amcanız benim babamdır, ama babam olduğu kadar hocamdır da. “ Şaşırdılar. “Elinizi öpmek isterim hocam” dedi oğlumuz. “Estağfurullah oğlum” dedim, “ben senin elini öpmeliyim asıl.” Kavradı elimi oğlumuz, öpüverdi saygıyla. Sarıldık birbirimize. “Sizin hocanız bizim de hocamızdır” dedi bir öğrenci. Bir de baktım, hepsi sıraya girmiş elimi öpmek için. Oğlumuz dedi ki, “felsefe, sevgiye ulaşmak için bir köprüdür; babam da bir köprü işte görüyorsunuz.” “Derviş Hocanın üflediği kaval bana çok şeyi sorgulattı birkaç dakika içinde” dedi bir öğrenci. Bana “hoca” denmesi, ah nasıl mutlu etti beni. “Neyi sorguladın?” dedi oğlumuz. “Doğadan ne çok uzak düştüğümüzü sorguladım” dedi, “ne çok hırsımızın, kibrimizin olduğunu sorguladım.” “Derviş Hoca aşmış” dedi bir başkası, “annenizden bahsederken gözleri ışıl ışıl” dedi. “Derviş Hocamın sayesinde profesörüm” dedi oğlumuz. Duygulandım. “Estağfurullah hocam” dedim. “Ama ondan başka bir şey daha öğrendim” dedi. “Karıncayı incitmeyenlerden değil, bir çay kaşığı şekeri karıncadan esirgemeyenlerden olmayı öğrendim. İyi bir insan olmanın ötesinde, can olmayı, can`a kıymet vermeyi öğrendim.” Yanıma sokuldu yine. “Teşekkür ederim babacığım” dedi, “sana ve anneme çok teşekkür ederim…” Bütün öğrenciler alkışladı bizi. Oğlumuzla, çocukluğunda, karıncaları doyurmak için, karıncaların yollarına koyduğumuz toz şekerleri anımsadım… “Karıncalar…” dedim. Tutamadım kendimi, hıçkıra hıçkıra ağladım, dakikalarca hem de… Sarıldı bana yine oğlumuz, o sıcacık gençler sarıldılar sımsıkı. Korkarak girdiğim sınıftan sevinç gözyaşları içinde çıktım. Hatıra fotoğrafları çekildik hep beraber. Arabaya binene kadar, hatta araba hareket edip de gözden kayboluncaya kadar alkışladılar bizi ardımız sıra. Beni çok sevdiler karıcığım…
“Sana bir hediye almak istiyorum” dedi oğlumuz. “Üzerindeki montu ver” dedim. “Sana yeni, daha kalın bir mont alayım babacığım” dedi. “Hayır” dedim, “seni her kokladığımda annenin kokusunu da alıyorum ben. Montunu giydikçe hem sen yanımda olacaksın, hem de annen.” Demedi bir şey. Üzerimde oğlunun montu var şimdi. Bir giyside canımdan parçalar, kokular, dokular saklı…
Oğlumuz, yazdığı felsefe kitaplarını, tezlerini, makalelerini koydu çantama. Onun yazdığı kitaplara, emeğinin olduğu dergilere dokunmak, sana dokunmak gibi bir tanem. Oğlumuz bizim emeğimizdi, sevgimizdi, umudumuzdu. Onun felsefeye serpilen emeğini, sevgisini, umudunu okuyacağım her gece ve aşk`ı ,-öz`ümdeki felsefeyi- yollayacağım kavalımın tınılarıyla sana…
Seni sevmek başlı başına bir felsefeymiş can özüm; seninle yan yana geçen zamanlarımız, bitmesini istemediğim felsefe derslerimmiş benim. Ah, o dersler ki aşk`a erdirdi beni. Ah güzel kadın, ah sevgili karıcığım, minnettarım varlığına…
Yazan: Ergür Altan.
01 Temmuz 2019
LED TEKNOLOJİSİ (Light Emitting Diode)
LED (ler) hakkında ...
Günde 8 saatten yaklaşık 35 yıl bozulmadan yanabilen, üstelik sıradan bir ampulden on kat daha az elektrik tüketen bir aydınlatma sisteminden daha iyi bir şey olabilir mi ?
Kısaca LED (Light Emitting Diode) olarak adlandırılan yeni teknoloji otomobillerden sonra sokakları ve evlerimizi de aydınlatacak. Bu aydınlatma sistemi rekor bir dayanıklığa sahip.
Bu yeni aydınlatma sistemi çok yeni olsa da şimdiden otomobil farlarından, evlere, sanayi, fabrika, depo, antrepo, işyeri, büro, mağaza, vitrin, showroom, belediyelere kadar çok geniş bir yelpazede kullanılmaya başlandı bile. Üstelik bu teknolojinin avantajı sadece uzun süre dayanıklı olması da değil; örneğin LED, ABD pazarının yüzde 50’sini ele geçirse ülkedeki elektrik tüketini 17 gigawatt azalacak; bu da tam olarak on yedi konvansiyonel nükleer santrale eşdeğer!
Öte yandan, Kanadalı kuruluş Glenergy, altyapısı iyi olmayan az gelişmiş ülkeler için LED’in ideal olduğuna dikkat çekiyor.
Topu topu çeyrek watt !
Küçük bir güneş enerjisi panosu ve pile bağlı olan LED ampuller, bütünüyle otonom bir aydınlatma sistemi sunuyorlar. LED’ler çeyrek watt gibi son derece cüzi bir enerjiyle, okumak ya da yemek pişirmek için gereken ışığı sunabiliyorlar!
Bu teknolojinin sunduğu diğer cazip seçenek ise şu : Nepal ve Sri Lanka’da 700 ev ve okulu donatan ‘ Light Up The World ’ kuruluşunun girişiminin kanıtladığı gibi 100 watt’lık beyaz LED altmış mekanı aydınlatmaya yetiyor.
Aydınlatma sistemleri pazarının yılda 12 milyar Euro tutarında bir ciroya sahip olduğu göz önüne alındığında, ampul üreticilerinin bu yeni sistemle yakından ilgilendikleri tahmin edilebilir. Nitekim, yeni bir pazar yaratmak amacıyla ilk ittifaklar oluşturulmaya başlandı bile.
Bunlardan biri de Philips Lighting ile Agilent Technologies’in ortak ürettiği Luxeon 5W. Luxeon 5W, 20 watt’a eşdeğer enerji oluşturan beyaz bir LED; ancak bu 20 watt’lık güce karşılık elektrik tüketimi sadece 5 watt kadar.
Klasik ampulle kıyaslama
Tüm bu rakamlar beyaz LED’lerin önemini ortaya koyuyor. Nitekim, halen piyasada olan sistemlerin artı ve eksilerinin dökümü yapıldığında, bu yeni teknolojinin günümüzdekilerin tahtını sarsacağı söylenebilir.
Örneğin, klasik ampulü ele alalım : Devinimsiz gaz içine yerleştirilen, genellikle tungstenden üretilen metalik bir ince telden oluşan ve elektrik akımıyla yanan piyasadaki ampullerin gerçi üretim maliyeti düşük, ama randımanları son derece az. Elektrik akımının geçmesiyle meydana gelen ısı, ampul içindeki teli yaksa da, doğrudan elektrik üretimi söz konusu değil. Burada, tüketilen elektrik enerjisinin büyük bir bölümü ısıya dönüşüyor. Bu da watt gücünün azalmasına neden oluyor.
Bir diğer sorun ise şu : Ampulün içindeki tel kendisini kesmekle tehdit eden şoklara ve titreşimlere duyarlı, ömrü ise her yakmada meydana gelen termik şokun etkisiyle kısalıyor.
Halojen ampullerin varlığı durumu biraz düzelttiyse de, randıman hala önemli bir sorun oluşturuyor.
Floresanların artısı
Öte yandan, floresan tüpler ve kamu aydınlatmasında kullanılan düşük basınçlı gaz içeren diğer ampuller randıman şampiyonu. Nedeni ise, bu enerji kaynakları çok az ısındıklarından tüketilen elektrik enerjisinin büyük bir bölümünün ışığa dönüşmesi.
Ancak floresan tüp, görünür ışığı oluşturacak plazmayı meydana getirecek yüksek gerilimi harekete geçirmek için büyük bir devreye (bobinaj, starter ...) gerek duyar.
Tübün içine yerleştirilen bu devrenin üretim maliyeti ise, normal bir ampulünkinin beş, on katı.
Öte yandan, floresan lambalar birçok kez yanıp söndürülmeye fazla dayanıklı değiller; üstelik tam olarak aydınlanmaları için de yaklaşık 30 saniyelik bir süreye ihtiyaç var. Ayrıca, soğuk havalarda da randımanları birdenbire düşüyor.
LED’lerin en önemli özelliği ise iki teknolojinin de avantajlarına sahip olmalarına rağmen, eksi yönlerini içermemeleri ve böylece yüzde 100’lük bir randıman ortaya koyabilmeleri ...
Enerjinin tümü ışık
LED’i üretenler, on yıl içinde diyod bazlı bileşenlerin atom yapısını iyileştirmeyi umuyor. LED’lerin en önemli özelliği ise enerjinin tümünün ışık kaynağına dönüşüp ısı yaymaması.
Nitekim, soğutma ekipmanları üretenler buzdolabı ve dondurucularda bu teknolojinin aydınlatma kaynağı olarak kullanılmasını planlıyor.
LED üreticileri piyasaya çıkacak ilk modeller için 100.000 saat bozulmadan yanma garantisi veriyor.
LED’i yakmak için 2 - 5 volt arası düşük bir enerji yetiyor. Daha yüksek gerilimlerde işleyen ampuller üretmek için ise, pek çok ampulü seri halinde yerleştirmek yetiyor. Son aşamada da, diyodun aktif kısmı saydam, sentetik reçineye gömülmüş küçük bir elektronik çipin özünü oluşturuyor : Böylece LED’ler darbelerden ve titreşimlerden etkilenmiyor.
Ancak bu mükemmelliğin fiyatı pek ucuz değil. 60 watt’lık bir ampule eşdeğer ışık üreten beyaz altı diyodluk bir grubun fiyatı aşağı yukarı 120 Euro.
Kısacası LED’ler pazarı fethetmeye hazırlanıyor. Özellikle de otomobil piyasasını ... Titreşimlere dayanıklılık ve düşük faaliyet gerilimi sayesinde ideal konumdalar. Böylece, ampul için duy, konektör ve diğer aksamlara gerek kalmıyor.
Far optiğinin sonu mu?
LED’lerin tüm bu avantajlarına gölge düşmemesi için geriye tek bir sorun kalıyor, o da fiyatının daha makul bir düzeye indirilmesi ... Üstelik LED’lerin yaydığı ışık yönlendirilebildiği için otomobil farlarının da yerini alması bekleniyor.
LED’ler kamu aydınlatması açısından da avantajlı. Philips’te LED uygulamalarından sorumlu Patrice Hennebert, LED’ler sayesinde ışık kaynaklarını artırıp sadece gereken noktaya odaklamanın mümkün olduğunu belirtiyor.
Nitekim, örneğin sadece yolu aydınlatmak gerekirken niçin ağaçlar da aydınlatılsın ki? Üstelik uzun ömürlü olması bakım masrafları da azaltıyor. Osram yetkililerine göre, beş yıl içinde diyodla aydınlatma gerçekleşecek.
Öte yandan, LED teknolojisinin sadece aydınlatmada değil, bilgisayar, cep telefonları ve televizyon ekranlarında da kullanılması bekleniyor.
Uzmanlar LED’lerle beraber, gelecekte bu sisteme uygun yeni tasarım avize, aydınlatma ekipmanlarının da piyasada olacağını ifade ediyorlar. Ancak bunlar da halen kullandıklarımızdan farklı olarak ışık kaynakları sabit olacak yani değiştirilemeyecek.
LED’ler, halen kullanılan floresan lambalar gibi beyaz ışık yayıyor, bu insanlara itici gelebilir. Ancak bazı LED’lerin ısı ayarının yanı sıra renk ayarına da olanak tanımasıyla bu sorun çözülebilir.
LED nasıl beyaza dönüşüyor?
1962 yılında Amerikalı Nick Holonyak ilk “ Light Emitting Diode “ u yarattı. Bu sistemin dayandığı ilke şuydu : Elektronlar küçücük bir diyoddan geçtiklerinde enerji düzeyleri değişip ışık oluşturuyordu. O dönemde, ışık dalgasının uzunluğu diyodun bileşenlerine bağlı olduğundan kırmızı bir ışık ortaya çıkıyordu. Daha sonra sırasıyla turuncu, sarı ve yeşil LED’ler gündeme gelirken, 1993 yılında Japon Shuji Nakamura, galyum nitrürüne dayanan mavi bir LED buldu. Bu mavi LED beyaz ışığın önünü açtı. Beyaz ışık, teoride sayısız dalga uzunluğunu bir araya toplarken, gözümüz kolaylıkla aldanıp biri kırmızı, biri yeşil biri de mavi olmak üzere üç dalga uzunluğunu bir araya getirip beyaz ışık görmüş gibi oluyor.
İşte beyaz LED’ler de bu yanılsamadan yararlanıyor. Bu da dört şekilde gerçekleşiyor. İlk önce üç LED (kırmızı, yeşil ve mavi) aynı kutuda toplanıyor: Ancak diyodların tümü aynı randımana sahip olmadıklarından global randıman bu durumdan etkileniyor. Bir diğer olasılık ise şu: Mavi diyoda, diyodun ışığı altında amber renginde yanan fosfor bazlı küçük bir pastil iliştiriliyor. Bu diyod maviyle birleştiğinde beyaz bir ışık üretiyor. Bir diğer hadde morötesi LED’e dayanıyor : Floresan bir bileşen bu ışımayı görünür beyaz ışığa dönüştürüyor. Organik LED’ler ise akım geçtiğinde beyaz ışık üreten organik öğeleri barındıran aktif bir katmana sahipler.
LED İLE “ KATI HAL ” AYDINLATMA
Işık ve insan
Çok uzun zaman önce insanlar, yalnız gün ışığından (gündüz ışığından) istifade edebilmişler. Ateşin keşfi ile birlikte gündüzlerin dışında yapay ışıkla aydınlatmayı da öğrendiler. Daha sonra yapay ışık olarak meşaleler ve yağ lambaları ile aydınlandılar.Yağ lambası, meşale ve mum 19. yy ortalarına kadar gözde ışık kaynakları oldu.
1870 lerde Edison un flamanlı lambayı geliştirmesiyle aydınlatmada yeni bir çığır açılmış oldu. 20. yüzyıda fluoresan lambalar, deşarj esaslı lambalar hayatımıza girdi. Geçtiğimiz asrın sonunda katı halde ve yarı iletken yapıda LED lambalar aydınlatmada yapay ışık kaynağı olarak yerini almaya başlıyacağının sinyalini verdi.
Yapay ışık üretimi
Temel olarak elektrik enerjisini ışığa çevirmek için 3 yöntem kullanılır. Isıtma yöntemi, düşük ve yüksek basınçlı metal buharlı ortamda deşarj yöntemi ve uyarılma ile ışık verme (luminescence) yöntemleri.
1.Isıtma yöntemi : Bir flaman yapısı üzrinden elektrik akımı geçirilerek flamanın ısınması sağlanır ve akkor hale gelen flamanın yaydığı görülebilir ışık kullanımımıza sunulur. Örnek, akkor lambalar ve halojen lambalar.
2.Gaz deşarjı : Havası boşaltılmış ve metal buharı ilave edilmiş bir tüp içerisinde iki elektrot vasıtasıyla bir gerilim uygulanarak, metal buharı üzerinden geçen akımın meydana getirdiği ark ın yaydığı görülebilir ışık aydınlatmada kullanılır. Örnek, civa buharlı lambalar, metal halide lambalar, sodyum buharlı lambalar.
3.Uyarma ile ışıma yöntemi (Luminescence) : Alçak basınçlı civa buharlı lambalarda elde edilen gözle görülemeyen UV ışık ile bir fosfor tabakası uyarılarak görülebilen ışığa çevrilir. Örnek, fluoresan lambalar, kompact fluoresan lambalar.
4.Elektrik enerjisini doğrudan ışığa çeviren bir yöntem olarak katı bir yapı içersinde elekronların uyarımı ile görülebilen ışık elde edilebilinir (electroluminescense). Örnek, LED lambalar.
Işık yayan diyotlar
LED , İngilizcede L ight E mitting D iodes kelimelerinin kısaltılarak, bu ürünün jenerik adı haline gelmiş söylenişidir . Bir LED yongası yapı itibarı ile N ve P tipi yarıiletken katmanlar arasına sandviç edilmiş aktif katman tabakasından ve bunların elektriksel bağlantılarından oluşan opto elektronik bir elemandır . LED ten doğru yönde bir akım geçirildiğinde elektronlar aktif katmanı uyarır ve aktif katmanda ışık üretilir. Üretilen ışık doğrudan veya reflektörden yansıma ile pencere katmanından yayılır.
LED ler aktif katmanın metaryel yapısına bağlı olarak görülebilir ışık tayfının belirli bir bölümünde ışık yayarlar. Başka bir deyişle tek renk ışık üretilir ve aktif katmanda kullanılan materyel LED ışığının rengini belirler.Yüksek seviyede ışık veren renkli LED lerde aktif katman olarak farklı materyeller kullanılır (GaAs, Gap, GaN, AlInGaP ve InGaN). LED lerle beyaz ışık üretmek iki yöntemle mümkündür. Bunlardan birincisi; kırmızı, yeşil ve mavi üç adet LED yongasını bir kılıf içersinde kullanarak beyaz ışığı elde etmektir. İkinci yöntem ise mavi LED yongasında üretilen ışığın bir fosfor tabakasını uyararak beyaz ışık üretilmesidir.
Şekil olarak çeşitli ebatlarda, radyal biçim başta olmak üzere çok çeşitli yapılarda kılıflandırılırlar. Normal baskı devreler için pin ayaklı üretidikleri gibi, SMT (yüzey montaj teknolojisi) ve doğrudan baskı devre üzerine montajlı (on board) biçimlerde üretimleri ticari olarak piyasaya sürülmektedir.
LED lerin özellikleri ve sağladığı faydalar
*Tek renk ışık kaynağı (dar bantlı): Işık istenilen dalga boyunda olduğu için renk filtresi, prizma gibi renk ayrıştırıcılara ihtiyaç yoktur. Örneğin kırmızı trafik lambasında 617 nm dalga boyunda kırmızı LED lerde üretilen ışığın tamamı kullanılır. Oysa akkor lambalarda üretilen ışığın mavi ve yeşil bileşenleri bastırılarak sadece kırmızı bileşeni kullanılır. 75 W akkor lamba yerine 8-10W LED dizini kulanılarak %80 enerji tasarrufu sağlanır.
*Çok küçük ışık kaynağı (birkaç mm 2 ): Küçük ebatlı armatürler geliştirilir, ışık kolayca yönlendirilebilir.
*Tasarımcılara geniş ve kolay kullanım imkanları.
*Hızlıdır, 200 ns içinde ışık vermeye başlar.
*Uzun Ömür : Kullanım kondisyonuna bağlı olarak 100.000 saate kadar.
*Yüksek ışık verimliliği (verimlilik giderek artıyor, örneğin laboratuvar ortamında kırmızı renkte 108 lümen / Watt’a ulaşılmış durumda).
*Düşük ısı üretimi : Akkor lambalarda flaman ısısı 2700 o C, halojen lambalarda 3100 o C, deşarjlı lambalarda tüp ısısı 800-1100 o C ye ulaşırken LED lerde yonga ısısı 110 o C yi geçmez.
*Tanımlanmış ışık açıları.
*Görülebilir renk tayfındaki hemen hemen bütün renkler elde edilebilir.
*Dimerlenebilir (0 – 100 %).
*Şok ve titreşimlere dayanıklı : Cam, flaman gibi kırılgan elemanlar ihtiva etmez.
*Beyaz LED için farklı renk sıcaklıkları: 3200, 4700, 5400,6500 Kelvin.
*Çevrecidir; yapısında civa gibi ağır metallar ve halojen gazları yoktur.
LED lerin elektriksel özellikleri
Öncelikle bilinmesi gereken özellik LED ler doğru akımla çalışırlar. Elektrik devrelerinde LED ler normal diyotlar gibi davranırlar. Farklı olan yanı normal diyotlarda 0,7 Volt civarında olan birleşme gerilimi yerine, renklerine göre 1,6 V ile 4 V aralığında değişmektedir. Genellikle kırmızı ve sarı LED ler 1,9 – 2,6 V, yeşil mavi ve beyaz LED ler 2,5 V – 4 V arasında gerilimle çalışırlar. Devreye bağlanırken polaritelerine dikkat etmek gereklidir. Ters gerilime tahammülleri azdır ve 5 – 10 V gibi ters gerilimle tahrip olabilirler. LED akımları yapılarına göre değişmekle birlikte 10 mA ile 700 mA aralığında LED üretimleri mevcuttur. LED empedansları üzerinden geçen akımın büyüklüğüne bağlı olarak doğrusal olmayan bir eğri ile değişkenlik gösterirler.
LED ler genellikle seri bağlanıp bir dizin oluşturularak 10, 12, 24, 48V doğru akım veren elektronik güç kaynakları ile beslenirler. Tasarım yapılırken üreticisinden temin edilecek teknik bilgiler göz önüne alınarak optimum ışık ve elektriksel değerler ile çalıştırılmalıdır. Eğer elimizdeki LED hakkında hiçbir teknik bilgiye sahip değilsek 20 mA akımla sürülmesi önerilir. Bazı üretici firmalar LED dizinlerini değişik formlarda oluşturarak çeşitli LED MODÜLLERİ üretmektedir. Profesyonel uygulamalarda bu LED modüllerinin ve onlar için tasarlanmış güç kaynaklarının kullanılması tercih edilmelidir. LED leri sürmek için elektronik kontrollü güç kaynaklarının kullanılması, verimli çalışmaları için önemlidir. Son birkaç yıdır üreticiler tarafından 1 W ve 2 W güçlerdeki LED ler için 350 mA ve 700 mA akım kontrollü güç kaynakları kullanıma sunulmuştur.
Birçok uygulamada LED in verdiği ışığın şiddetinin mümkün olduğu kadar yüksek olması istenir. LED lerden elde edilen ışık şiddeti, içinden geçen akımla orantılı olduğundan akım arttırıldıkça ışık şiddeti de artacaktır. Bu durumda LED in iç direncinden dolayı üretilen ısı artacak ve normal hizmet ömründen önce tahrip olacaktır. Ayrıca ısının artması ışık verimliliğini de olumsuz yönde etkileyecektir. Buradan çıkan sonuç, ısı LED in en büyük düşmanıdır. Bu bilgiler ışığında firmaların LED leri hakkında verdiği teknik bilgilerin ne kadar güvenilir olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Örnek 20 mA lik bir LED ten 25-30 mA akım akıtarak yüksek ışık değerleri elde edilebilir, ancak LED ömrü oldukça düşecektir.
LED lerin ömürleri
Teorik olarak yapılan hesaplamalar ve deneyler LED lerden 100.000 saat üzerinde bir süre istifade edebiliceğimizi ortaya çıkarmaktadır. Elektriksel, ısıl kondisyon (soğutma), çevresel etkiler, kullanılan çevre elemanları, kılıfın materyel yapısı vb. etkenler göz önüne alındığında 50.000 saat ve üzeri hizmet ömrü olduğu kabul edilebilir.
LED lerin ışık verimliliği
Lambaların verdiği ışığın, harcadığı elektrik enerjisine oranı ışık etkinliği h dır, birimi ise lumen/Watt dır.
Biraz rakamlarla konuşmak istersek;
Akkor lambalarda ışıksal verim 12 – 15 lm/W
Halojen lambalarda 18 – 22 lm/W
Kompakt fluoresan lambalarda 60 lm/W
Fluoresan lambalarda 55 – 104 lm/W
LED lerde durum biraz farklıdır, LED rengine göre ışık etkinliği farklılık gösterir. Örnek; kırmızı en yüksek verimliliğe sahiptir 45 lm/W, sarı 35 lm/W, yeşil 18 lm/W, mavi 8 lm/W civarındadır. Aydınlatmada beyaz ışık önemli olduğuna göre beyaz LED için verimlilik, üretici firmalara göre değişmekle birlikte 18 – 25 lm/W arasında değişmektedir.
Bu verilerle şunu söyleyebiliriz ki bugün (mayıs 2005) LED ler akkor ve halojen lambalara ALTERNATİF olabilmekte ancak fluoresan ve kompakt fluoresan lambalarla verimlilik açısından rekabet edebilecek seviyede değildir. Diğer taraftan ışık verimliliğinde çok hızlı gelişmeler olmaktadır. 2008 - 2010 yıllarında beyaz LED te verimliliğin 50 – 70 lm/W değerlerine ulaşması beklenmektedir. LED üretici bir firmanın deklare ettiğine göre, laboratuvar ortamında kırmızı ışıkta 108 lm/W değeri yakalanmıştır.
LED ışık değerleri konusunda dikkat edilmesi gereken bir konuda ışık açılarıdır. LED ler yönlendirilmiş ışık oldukları için ışık değerleri, cd (candela) veya mcd cinsinden verilmektedir. Işık açıları düşük tutularak yüksek candela değerleri telaffuz edilmektedir. LED seçiminde değerlendirme yapılırken bu konu dikkate alınmalıdır.
Optik önemlidir
Önemli noktalardan biri de ışığın açısının değiştirilmesi, yönlendirilmesi, bir ışık kılavuzu ile dağıtılması, kısaca LED ile ürettiğimiz ışığın kullanılmasıdır. Bu konuda en çok ihtiyacımız olacak mercek sistemleridir. Efektif ve faydalı ürünler tasarlamayı düşünüyorsanız, fizik kitaplarınızı, notlarınızı çıkarıp optik kunularını tekrar incelemelisiniz.
Renklerin dünyası
Yukarıda da anlattığımız gibi LED ler tek renk ışık kaynağıdır. Dekoratif aydınlatma yaparken tek rekli kullanabileceğimiz gibi, renkli LED ışıklarını karıştırarak bir ressam gibi değişik ara renkleri elde edebiliriz. Bunun için yapmamız gereken üç ana renkten (kırmızı, yeşil, mavi) oluşan LED dizinlerini dimerlemektir. Hatta bazı üretici firmalar üç ayrı renk yongayı aynı kılıf içerisine yerleştirerek RGB uygulamaları için hazır LED ler ve LED modülleri üretmektedir. LED leri dimerlemek için darbe genişlik modülasyonunu (PWM) kullanmak en iyi verimi sağlıyacaktır. Teorik olarak her rengi 255 kademe dimerlenirse 16 milyon renk elde edilebilir. Ancak insan gözü kişiden kişiye değişmekle birlikte 600 – 640 rengi ayrıt edip algılayabilmektedir.
LED lerin renk dalgaboyu ile ilgili bilgiler üretici firmanın kataloglarında verilmektedir. LED dizinleri oluşturulurken kullanılan LED lerin dalga boyları aynı veya birbirine yakın olmalıdır. 5 – 10 nm lik farklar özellikle yeşil ve sarı renklerde göz tarafından algılanır. Renklerin önemli olduğu projelerde, renk dalgaboyu toleransı düşük LED ler kullanılmalıdır.
Renk ile ilgili olarak bir başka konu da LED dizinleri önüne renkli lenslerin kullanılmasıdır. Burada LED dalga boyu ile renkli lensin dalga boyu aynı olmalıdır. Aksi halde farklılık ışık kaybına sebep olacaktır.
LED lerin gelişimi (tarihçesi)
1962 İlk ticari LED üretildi, ilk üretilen kırmızı LED ler sinyal ve göstergelerde kullanıldı.
1972 Siemens Semiconductor Division tarafından (Bugün Osram Optosemiconductor olarak faliyetini sürdürüyor) ilk radyal kılıf LED üretildi.
80 lerin sonu 90 ların başı İki büyük aşama kaydedildi;
•Kırmızı LED e ilave olarak sarı, yeşil, mavi ve beyaz LED ler geliştirildi.
•Işık verimlilikleri arttırıldı.
1994 Önce kırmızı ve sarı ardından yeşil renkler trafik ışıklarında kullanılmaya başlandı. VW başta olmak üzere otomobil endüstrisinde kullanılmaya başlandı.Araçlarda 3. fren lambası olarak kullanılmaya başlandı.
Yeni milenyum ile birlikte Titreşimlerden etkilenmeme özelliğinden dolayı araç tasarımcıları gösterge aydınlatması, stop lambası, fren lambaları, sinyal lambaları olarak LED dizinlerini kullandılar. Birkaç firma far lambası prototipleri geliştirdi.
Bugün LED ler aşağıdaki uygulamalarda sıkça kullanılmakta.
•Bir otomobilde 300 den fazla LED kullanılmakta (konsol, radyo, CD çalar, navigasyon sistemi, göstergeler ve butonlar içinde).
•Cep telefonları gösterge ve tuş aydınlatması için 12 adet LED kullanılmakta (fotoğraf çeken modellerde flaş olarak).
•100.000 LED ten fazlası büyük ölçekli göstergelerde kullanılmakta. Örneğin futbol sahaları, dış mekan görüntü cihazları, büyük trafik bilgilendirme göstergeleri.
•Dekoratif aydınlatmalarda ışık kaynağı olarak.
•Reklam panolarında neon lambalara altenatif olarak.
Yarın aydınlatma dahil o kadar çok geniş alanda kullanlacak ki, bunları sayarak kullanım alanlarını sınırlamayalım. Sonuç olarak LED ışık tasarımcısının vazgeçemeyeceği bir konudur. Büyüleyen ışığı, verimliliği, faydaları ile ışıkla uğraşan herkesin ilgi odağıdır. Işığın geleceği LED ile kesişmiştir. Bize düşen konuya uzak kalmayıp gelişmeleri takip etmektir..
18 Mayıs 2019
Yunan öyle mi?
“19 Mayıs'ın 100'üncü yıldönümü” vesilesiyle, Mustafa Kemal'in hayatından kesitler aktarmaya devam ediyoruz.
?
Bugünkü öykülerimiz, İstanbul büyükşehir belediye başkanı Ekrem İmamoğlu'na ve Trabzon halkına “Yunan” benzetmesi yapan, “Rum kökenli” imasında bulunan Esenler belediye başkanı için geliyor.
?
Dolmabahçe Sarayı'nın bahçıvanı Pandeli Roketos'tu.
“Rum bu, işten atalım” diyen olmadı.
Aksine… Liyakat aşığı Mustafa Kemal tarafından, çok önem verdiği Yalova Çiftliği'nin başına getirildi.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden sekoya, pavlonya, Arizona selvisi, mavi atlas sediri, kırkkese, Japon akçaağacı fidanları satın aldırdı, hangi ağacın nereye dikileceğini bizzat çizdi, Pandeli'ye diktirdi, böylece Yalova'da Türkiye'nin ilk canlı ağaç müzesi, arboretum kuruldu.
Pandeli ölene kadar Mustafa Kemal'in yanındaydı.
?
1929 yılında, başkentimizde, Ankara'da çiçekçi dükkanı yoktu.
İstanbul'da Sabuncakis vardı, Girit kökenli bir aileydi, sahibi Yorgaki'ydi.
“Reisicumhur çağırıyor” dediler, Çankaya'ya götürdüler.
Mustafa Kemal “çiçek siparişi” değil, “dükkan siparişi” verdi.
“Ankara'da dükkan açacaksın, vali beyle birlikte Ulus Meydanı'na git, dükkanın yerini kendin seç, nereyi beğeniyorsan oraya aç” dedi.
Sabuncakis için dükkan açmak zor değildi.
Ama çiçeği kime satacaktı?
O tarihte Ankara'da manav bile yoktu.
Bu endişesini açıkça dile getirdi.
Mustafa Kemal gülümsedi… “Kime olacak, tabii ki bana satacaksın, kimse almazsa hepsini ben alırım” dedi.
Başkentin ilk çiçekçi dükkanı, Rum kökenli vatandaşımız Sabuncakis tarafından Ankara Palas Oteli'nin tam karşısına açıldı.
Sabuncakis ayrıca, Gençlik Parkı'nın ve Çubuk Barajı'nın çevre düzenlemesini yaptı, 19 Mayıs Stadı'nın çimlerini yaptı.
?
Mustafa Kemal, Harbiye öğrencisiyken, arkadaşlarıyla sık sık Çemberlitaş'a giderlerdi, Tavuk Pazarı'nda Yorgo'nun meyhanesine uğrarlardı. Devamlı müşteri oldukları için açık hesapları vardı. Ay başında maaşı alınca kapatırlardı.
Aradan yıllar yıllar geçti, cumhurbaşkanı oldu, 1932 yılında güzel bir yaz akşamı… Dolmabahçe rıhtımında Nuri Conker ve Salih Bozok'la oturuyorlardı, gençlik yılları aklına düştü. “Var mısınız Yorgo'ya gidelim” dedi. Kalktılar, hiç haber vermeden, baskın yaparcasına gittiler. “Yorgo biz geldik” diye içeri daldılar, oturdular.
Beyaz önlüklü ihtiyar Yorgo'nun gözleri doldu. Tıpkı eski günlerdeki gibi masayı donattı. Mezeleri her zamanki gibi muhteşemdi.
Mustafa Kemal öbür masalardaki müşterilere döndü, “benim kim olduğumu unutun, rahatsız olmayın, aranızda sizlerden biri olarak bulunmak istiyorum, keyfinize bakın” dedi.
İki saat kadar yenildi içildi.
Afiyetle kahveler yudumlandı.
Hesap mesap istemeden kalktılar, kapıya yürüdüler…
Mustafa Kemal tıpkı öğrencilik yıllarında olduğu gibi seslendi:
“Yaz hesaba Yorgo, ay başında öderim!”
Yorgo da tıpkı o yıllarda olduğu gibi sıcacık karşılık verdi:
“Güle güle Mustafa Kemal, gene buyur.”
?
(Elbette, ertesi gün hesabı fazla fazla gönderdi.)
?
İlla konforlu mekan aramazdı.
Bazı geceler Kireçburnu'ndaki Rum balıkçı lokantalarına giderdi, omuz omuza vererek neşe içinde Kasabiko oynardı.
?
19 Mayıs 1919'dan önce, milli mücadele için Anadolu'ya geçmeden önce, gömleklerini Beyoğlu'nda Strongilos Biraderler'e diktirirdi.
İstanbul'un en iyisiydi.
Saraya da gömlek dikerlerdi.
Bu prestijli terzi dükkanında, Yani Delagramatika adında bir kalfa çalışıyordu, vücut ölçülerini hep o alırdı.
Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra alışkanlıklarını değiştirmeyen Mustafa Kemal, gömleklerini yine Strongilos Biraderler'e diktirmek istedi.
İstedi ama, Yunanistan'la savaşıyorduk…
Rumların Anadolu'ya gitmesi yasaklanmıştı.
Yunanistan'la gırtlak gırtlağa girilmişken… Strongilos Biraderler, Mustafa Kemal'in hatırını kırmak istemedi, kalfa Yani'yi Ankara'ya gönderdi iyi mi!
Macera dolu kaçak yollarla Anadolu'ya geçti, ölçüleri aldı, aynı kaçak yollarla İstanbul'a döndü.
Dikildi, paketlendi, yeniden Ankara'ya götürüp elleriyle teslim etti.
?
(Bu muhteşem insani ilişkinin sinema filmi yapılmaması, belgesel yapılmaması, romanlarının yazılmaması, adeta yok sayılması hakikaten üzücüdür.)
?
Rum kalfa Yani Delagramatika, doğup büyüdüğü şehri terketmedi.
Cumhuriyet'ten sonra da İstanbul'da yaşamaya devam etti.
Kendi dükkanını açtı.
Ve, Mustafa Kemal'den esinlenerek adını değiştirdi.
Ahlaki güzellik manasında “Kemalat” adını aldı.
?
(Strongilos biraderler, Konstantinos ve Theoklis'ti. Baba mesleğiydi, 1880'den beri Beyoğlu'nda dükkanları vardı. 1925'te Yunanistan'a göç ettiler, Atina'da aynı isimle dükkan açtılar. Kendileri yaşlanınca, kuzenlerine devrederek, isimlerini devam ettirdiler. Yunan kraliyet ailesine, aralarında Papandreu'nun Karamanlis'in de bulunduğu siyasetçilere gömlek diktiler. 2013 yılında, Yunanistan'da yaşanan ekonomik krizin kurbanı oldular, 133 yıllık markayı kapattılar.)
?
Mustafa Kemal, ayakkabılarını, çizmelerini ve terliklerini, neredeyse bütün ömrü boyunca Sirkeci'deki Altın Çizme'de yaptırdı.
Altın Çizme'nin sahibi Onufri Karkilidis'ti.
Askerliğini Şam'da, Mustafa Kemal'in emrinde yapmıştı.
Aynı zamanda poker arkadaşıydı.
Kare eksik olduğunda Onufri'yi çağırtırdı.
?
19 Mayıs 1919 ruhunda, Rum, Ermeni, Musevi ayrımı yoktu, hiç olmadı.
“Ne mutlu Türküm diyene” şemsiyesi altına giren herkes, bu milletin özbeöz evladı sayıldı.
?
E şimdi, 19 Mayıs 1919'un 100'üncü yıldönümünde bakıyoruz…
Alt tarafı bir oy uğruna gözü dönenler, Ekrem İmamoğlu'na “Yunan” benzetmesi yapıyorlar, “Rum kökenli” imasında bulunuyorlar.
?
Güya hakaret ediyorlar ama…
Keşke Pandeli kadar, Yani kadar, Yorgoki kadar Türk olsanız birader!
?
Bugünkü öykülerimiz, İstanbul büyükşehir belediye başkanı Ekrem İmamoğlu'na ve Trabzon halkına “Yunan” benzetmesi yapan, “Rum kökenli” imasında bulunan Esenler belediye başkanı için geliyor.
?
Dolmabahçe Sarayı'nın bahçıvanı Pandeli Roketos'tu.
“Rum bu, işten atalım” diyen olmadı.
Aksine… Liyakat aşığı Mustafa Kemal tarafından, çok önem verdiği Yalova Çiftliği'nin başına getirildi.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden sekoya, pavlonya, Arizona selvisi, mavi atlas sediri, kırkkese, Japon akçaağacı fidanları satın aldırdı, hangi ağacın nereye dikileceğini bizzat çizdi, Pandeli'ye diktirdi, böylece Yalova'da Türkiye'nin ilk canlı ağaç müzesi, arboretum kuruldu.
Pandeli ölene kadar Mustafa Kemal'in yanındaydı.
?
1929 yılında, başkentimizde, Ankara'da çiçekçi dükkanı yoktu.
İstanbul'da Sabuncakis vardı, Girit kökenli bir aileydi, sahibi Yorgaki'ydi.
“Reisicumhur çağırıyor” dediler, Çankaya'ya götürdüler.
Mustafa Kemal “çiçek siparişi” değil, “dükkan siparişi” verdi.
“Ankara'da dükkan açacaksın, vali beyle birlikte Ulus Meydanı'na git, dükkanın yerini kendin seç, nereyi beğeniyorsan oraya aç” dedi.
Sabuncakis için dükkan açmak zor değildi.
Ama çiçeği kime satacaktı?
O tarihte Ankara'da manav bile yoktu.
Bu endişesini açıkça dile getirdi.
Mustafa Kemal gülümsedi… “Kime olacak, tabii ki bana satacaksın, kimse almazsa hepsini ben alırım” dedi.
Başkentin ilk çiçekçi dükkanı, Rum kökenli vatandaşımız Sabuncakis tarafından Ankara Palas Oteli'nin tam karşısına açıldı.
Sabuncakis ayrıca, Gençlik Parkı'nın ve Çubuk Barajı'nın çevre düzenlemesini yaptı, 19 Mayıs Stadı'nın çimlerini yaptı.
?
Mustafa Kemal, Harbiye öğrencisiyken, arkadaşlarıyla sık sık Çemberlitaş'a giderlerdi, Tavuk Pazarı'nda Yorgo'nun meyhanesine uğrarlardı. Devamlı müşteri oldukları için açık hesapları vardı. Ay başında maaşı alınca kapatırlardı.
Aradan yıllar yıllar geçti, cumhurbaşkanı oldu, 1932 yılında güzel bir yaz akşamı… Dolmabahçe rıhtımında Nuri Conker ve Salih Bozok'la oturuyorlardı, gençlik yılları aklına düştü. “Var mısınız Yorgo'ya gidelim” dedi. Kalktılar, hiç haber vermeden, baskın yaparcasına gittiler. “Yorgo biz geldik” diye içeri daldılar, oturdular.
Beyaz önlüklü ihtiyar Yorgo'nun gözleri doldu. Tıpkı eski günlerdeki gibi masayı donattı. Mezeleri her zamanki gibi muhteşemdi.
Mustafa Kemal öbür masalardaki müşterilere döndü, “benim kim olduğumu unutun, rahatsız olmayın, aranızda sizlerden biri olarak bulunmak istiyorum, keyfinize bakın” dedi.
İki saat kadar yenildi içildi.
Afiyetle kahveler yudumlandı.
Hesap mesap istemeden kalktılar, kapıya yürüdüler…
Mustafa Kemal tıpkı öğrencilik yıllarında olduğu gibi seslendi:
“Yaz hesaba Yorgo, ay başında öderim!”
Yorgo da tıpkı o yıllarda olduğu gibi sıcacık karşılık verdi:
“Güle güle Mustafa Kemal, gene buyur.”
?
(Elbette, ertesi gün hesabı fazla fazla gönderdi.)
?
İlla konforlu mekan aramazdı.
Bazı geceler Kireçburnu'ndaki Rum balıkçı lokantalarına giderdi, omuz omuza vererek neşe içinde Kasabiko oynardı.
?
19 Mayıs 1919'dan önce, milli mücadele için Anadolu'ya geçmeden önce, gömleklerini Beyoğlu'nda Strongilos Biraderler'e diktirirdi.
İstanbul'un en iyisiydi.
Saraya da gömlek dikerlerdi.
Bu prestijli terzi dükkanında, Yani Delagramatika adında bir kalfa çalışıyordu, vücut ölçülerini hep o alırdı.
Kurtuluş Savaşı başladıktan sonra alışkanlıklarını değiştirmeyen Mustafa Kemal, gömleklerini yine Strongilos Biraderler'e diktirmek istedi.
İstedi ama, Yunanistan'la savaşıyorduk…
Rumların Anadolu'ya gitmesi yasaklanmıştı.
Yunanistan'la gırtlak gırtlağa girilmişken… Strongilos Biraderler, Mustafa Kemal'in hatırını kırmak istemedi, kalfa Yani'yi Ankara'ya gönderdi iyi mi!
Macera dolu kaçak yollarla Anadolu'ya geçti, ölçüleri aldı, aynı kaçak yollarla İstanbul'a döndü.
Dikildi, paketlendi, yeniden Ankara'ya götürüp elleriyle teslim etti.
?
(Bu muhteşem insani ilişkinin sinema filmi yapılmaması, belgesel yapılmaması, romanlarının yazılmaması, adeta yok sayılması hakikaten üzücüdür.)
?
Rum kalfa Yani Delagramatika, doğup büyüdüğü şehri terketmedi.
Cumhuriyet'ten sonra da İstanbul'da yaşamaya devam etti.
Kendi dükkanını açtı.
Ve, Mustafa Kemal'den esinlenerek adını değiştirdi.
Ahlaki güzellik manasında “Kemalat” adını aldı.
?
(Strongilos biraderler, Konstantinos ve Theoklis'ti. Baba mesleğiydi, 1880'den beri Beyoğlu'nda dükkanları vardı. 1925'te Yunanistan'a göç ettiler, Atina'da aynı isimle dükkan açtılar. Kendileri yaşlanınca, kuzenlerine devrederek, isimlerini devam ettirdiler. Yunan kraliyet ailesine, aralarında Papandreu'nun Karamanlis'in de bulunduğu siyasetçilere gömlek diktiler. 2013 yılında, Yunanistan'da yaşanan ekonomik krizin kurbanı oldular, 133 yıllık markayı kapattılar.)
?
Mustafa Kemal, ayakkabılarını, çizmelerini ve terliklerini, neredeyse bütün ömrü boyunca Sirkeci'deki Altın Çizme'de yaptırdı.
Altın Çizme'nin sahibi Onufri Karkilidis'ti.
Askerliğini Şam'da, Mustafa Kemal'in emrinde yapmıştı.
Aynı zamanda poker arkadaşıydı.
Kare eksik olduğunda Onufri'yi çağırtırdı.
?
19 Mayıs 1919 ruhunda, Rum, Ermeni, Musevi ayrımı yoktu, hiç olmadı.
“Ne mutlu Türküm diyene” şemsiyesi altına giren herkes, bu milletin özbeöz evladı sayıldı.
?
E şimdi, 19 Mayıs 1919'un 100'üncü yıldönümünde bakıyoruz…
Alt tarafı bir oy uğruna gözü dönenler, Ekrem İmamoğlu'na “Yunan” benzetmesi yapıyorlar, “Rum kökenli” imasında bulunuyorlar.
?
Güya hakaret ediyorlar ama…
Keşke Pandeli kadar, Yani kadar, Yorgoki kadar Türk olsanız birader!
09 Mayıs 2019
Milli ve yerli öyle mi ?
Milli ve yerli öyle mi?
9 Mayıs 2019
100 yıl önce…
Böyle bir mayıs ayı.
Bugünkü adı Alsancak olan Punta'da bayram vardı.
İşgal zırhlıları körfeze demirlemiş, Yunan ordusu Pasaport İskelesi'nden karaya çıkmış, vatan toprağımıza ayak basmıştı.
İzmir metropoliti Hrisostomos etekleri uçuşa uçuşa koştu, diz çöktü, işgal komutanının çizmesini öptü, Yunan bayrağını öptü, haçını havaya kaldırdı, askerleri takdis ederek, o meşhur vaazını verdi.
“Evlatlarım… Bugün İsa'nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz, bu uğurda ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız, ben de bir bardak Türk kanı içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım, azizler arkanızda” dedi.
Kanımızı içecek kadar bizden nefret eden Hrisostomos'un asıl adı Kalafatis'ti, Atina'da din eğitimi almış, kademe kademe yükselerek İzmir metropoliti olmuştu, Konstantinopolis'in başpiskoposu Hrisostomos'un adını kendisine lakap olarak almıştı, aklınca onu yaşatıyordu, “megali idea” fanatiğiydi, hayatının en mutlu günüydü.
İşte tam o anda, aniden… İnce, uzun boylu, siyah takım elbiseli bir delikanlı fırladı ortaya… Elinde revolver tabir edilen toplu tabanca vardı. “Olamaz, böyle güle oynaya giremezler” diye bağırdı. Bastı tetiğe, peş peşe… Efsun alayının sancaktarı atının sırtından karpuz gibi düştü. Adeta zaman durmuştu, önce sessizlik, sonra panik yaşandı. Baktılar ki, tek kişi, sarıverdiler çevresini, ilk süngüyü iman tahtasına sapladılar, sonra neresine denk gelirse orasına…
Şehit oldu Hasan Tahsin, henüz 30'unda.
O günün akşamı, İstanbul'da… Hava kararmıştı, neredeyse yatma vaktiydi. Mustafa Kemal evine geldi. Kapıyı açan kızkardeşi Makbule'ye sıkıntılı bir yüz ifadesiyle baktı, şefkatle yanağını okşadı, “annemin karyolasının önüne yer sofrası yap, sizinle biraz dertleşmek istiyorum” dedi.
Zübeyde Hanım'ın odasında, karyolasının önüne yer sofrası hazırladılar, patates pureli rosto ve yumurtalı ıspanak yapmışlardı.
Sarışın kurt biraz sonra geldi, üniforması üzerindeydi, üstünü başını değiştirmemişti. Her zaman yaptığı gibi annesinin elini öptü, bağdaş kurarak oturdu. Pat diye… “Gidiyorum” dedi!
Odaya adeta bomba düşmüştü. “Buraların da Selanik gibi olma ihtimali var, giderken gözüm arkamda kalmasın, memleket için uğraşırken sizden yana üzüntüye düçar olmak istemem” dedi.
Zübeyde Hanım küt diye sırtüstü yığıldı. Bayılmıştı.
Doktor Rasim Ferid'i çağırdılar, anca kendine gelebildi.
Heyecan, gerginlik, üzüntü, keder… Zübeyde Hanım'ın yorgun ruhu, bitmek tükenmek bilmeyen evlat ayrılığını taşıyamamıştı, sabaha kadar uyumadı, Kuran okudu.
Günün ilk ışıklarıyla vedalaşmak üzere kapıya geldiler, Mustafa Kemal'in elinde Kuran'ı Kerim vardı, Trablusgarp'ta vuruşurken Libyalı mücahit şeyh Ahmet Sünusi tarafından kendisine hediye edilmişti. Sekiz yıldır nereye gitse, oraya götürüyordu, Sofya'da Çanakkale'de Şam'da Halep'te Filistin'de hep yanındaydı. Annesine bıraktı.
Makbule ağlıyordu. Zübeyde Hanım otoriter ses tonuyla kızını haşladı, “sen asker kardeşisin, ayıp, ağlanır mı hiç” dedi, sanki dün gece üzüntüden bayılan kendisi değilmiş gibi, dimdik durmaya çalışıyordu, “memleket için giden insan ölse bile ağlanmaz, koş misafirlere şerbet ez” diye haykırdı.
Hepi topu birkaç altın bileziği vardı, Selanik'ten elinde avucunda kala kala bunlar kalmıştı, oğluna verdi, “lazım olur” dedi. Zübeyde ana'nın çeyiz bileziği, işte bu şekilde milli mücadele hamuruna karıldı.
Son bir kez sarıldılar.
Mustafa Kemal, kendisini Bandırma Vapuru'na götürecek motora binmek üzere Galata rıhtımına doğru yola çıktı.
Macera böyle başladı.
Ateşten gömleği giymişti ulus.
Akıp gitti, aylar yıllar, canlar.
Takvimler 30 Ağustos 1922'yi gösterirken, yer gök yarılıyordu.
Yüzbaşı Kanellopulos, hatıra defterine çaresizce şunları yazıyordu: “Türk topçusu susmuyor, titreyerek güneşin batmasını bekliyoruz.”
Onun batmasını beklediği güneş, bizim için doğuyordu.
Kudurmuştu Ali Kemal…
Saray'ın büyük gazetecisi!
Köşesinden kin kusuyordu.
“Mustafa Kemalcileri hastalıklı uzuv gibi kesip atmalı” diyordu.
“Mustafa Kemal medeniyet dünyasını aleyhimize çevirmek için Anadolu'da havsalaya sığmaz delilikler yapıyor, cinayetler işliyor” diyordu.
“Bu millici mahluklar kadar başları ezilesi yılanlar hayal edilemez, düşmanlar onlardan bin kere iyidir” diyordu.
İzmirli süvari teğmen Yıldırım, o “mahluk”lardan biriydi.
18 yaşındaydı.
Vurulmuştu.
40 derece ateşli olmasına rağmen, hastaneden kaçmış, yeniden cepheye koşmuş, bugün kendi adını taşıyan Küçükköy İstasyonu'nu almaya çalışırken, son nefesini vermiş, bahçesine gömülmüştü.
Teğmen Yıldırım toprağa düşerken, 30 kadar Yunan askeri, savunmasız Kuzuluk Köyü'ne girdi. Gözleri Fatma'ya takıldı. 15'indeydi. “Taze incir gibi” dediler, sırıtarak… Kaçtı Fatma, evine kapandı, kapıyı kilitledi. Omuzladılar. Açılmadı. Yakalım dediler, evi yakalım, nasıl olsa çıkar. Çaktılar kibriti, alev alev… Çıkmadı kardeşim. Çıkmadı Fatma.
Teğmen Şevket o sırada Uşak'tan geçiyordu. Sakarya'da şehit düşen Yüzbaşı Basri'nin anacığı yakaladı kolundan, “Basrim nerde?” diye sordu. İçi çekildi Şevket'in, boğazı düğümlendi. “Arkadan geliyor ana” dedi. Söyleyemedi gerçeği… Ve, ömrünün sonuna kadar unutamadı bu yalanını, “kendimi asla affetmedim” diye yazdı, o güne dair hatırasını.
“Bedelli askerlik” yoktu o zamanlar. Zenginse canı sağolsun, garibansa vatan sağolsun denmiyordu. Albay “deli” Halit, belinin sağ tarafında “namuslu” dediği tabancasını, belinin sol tarafında “namussuz” dediği tabancasını taşıyordu. İşgalciye “namuslu”yla sıkıyor, işgalciden korkup kaçana “namussuz”u gösteriyordu, “tercih senin yiğidim” diyordu, “istersen buyur kaçmaya çalış!”
Deliren biri daha vardı. İstanbul'daki işgal kuvvetleri komutanı general Charpy, öfkeden deliye dönmüştü. Elindeki haritayı yırttı, fırlattı attı, “bu hızla yarın İzmir'e girerler” dedi. İnanamıyordu. 250 bin kişilik devasa ordu, Fahrettin Altay'ın süvarileri tarafından darmadağın edilmişti. Hayalet gibi, bi ordan bi burdan çıkıyorlar, birliklerin arasına dalıyorlar, hızar gibi biçiyorlar, blok halinde hareket etmesi gereken orduyu, lokma lokma bölüyorlardı.
Kaçıyordu Yunan.
Ecel peşlerinde.
Ve, 9 Eylül… Çiçekler açıyordu İzmir'in dağlarında. Bornova'dan boşaldılar aşağıya, dörtnala… Sonradan adı Kahramanlar olan semte geldiler. Ödenecek bedel vardı daha… İkinci tümen dördüncü alaydan Konyalı Mehmet, Akşehirli Hakkı, Avanoslu Ahmet, son şehitlerimiz… Bugün anıtları var orada. “Vatan ve Namus” yazıyor altında.
Yüzbaşı Şerafettin, teğmen Ali Rıza, teğmen Hamdi, bismillah ilk iş, koştular Hasan Tahsin'in düştüğü yere, hükümet konağının alnı kabağına diktiler al sancağımızı.
Minarelerden ezan sesi yükselirken, Belkahve'deydi Mustafa Kemal, İzmir'i seyrediyordu.
Nif'te kendisi için hazırlanan bağevine gitti.
Tek kat, taş, penceresiz, gaz lambasının ışığıyla aydınlanan, buram buram Ege kokan bağeviydi.
Yorgundu.
Yemek getirdiler, yemedi.
Cıgara çıkardı.
Kahve istedi.
“Biliyor musun İsmet” dedi…
“Bir rüya görmüş gibiyim.”
Karabasanla başlayan, 3 yıl 3 ay 22 gün süren, mucizeyle biten bir rüya… Çiçekler açıyordu İzmir'in dağlarında.
Karşıyaka'ya Alsancak'a Kadifekale'ye dalan süvarilerimiz, gözlerine inanamıyordu bu arada… Bütün şehir ay-yıldızlı bayraklarla donatılmıştı. Adeta “gelincik tarlası”na dönmüştü.
Ne var bunda şaşılacak derseniz… İşgal edilir edilmez, evler didik didik aranmış, bütün bayraklara süngü zoruyla el konulmuş, ibreti alem için sokaklarda yakılmıştı.
E peki şimdi bu kadar bayrak nerden çıkmıştı?
Vaziyet kısa süre sonra anlaşıldı.
Üç yıldır yokluk içinde yaşayan İzmirli kadınlar, bütün eşyalarını yok pahasına satmış, beyaz patiskalarını, kırmızı masa örtülerini saklamış, asla satmamış, yarıdan keserek, komşularıyla değiş tokuş etmiş, sabırla o geceyi beklemişti.
O gece, 8 Eylül 1922'ydi.
Çıkardılar sandıklarından, kırmızı'nın üstüne beyaz ay-yıldız'ı diktiler… Denizi kız, kızı deniz kokan İzmir'in kadınlarının, halkın bayrağıydı onlar.
Ve, 100 yıl sonra, gene mayıs ayı…
Üstelik 19 Mayıs 1919'un 100'üncü yıldönümü.
İstanbul seçiminin iptali arasında gargaraya geldi.
Kafasında fesle dolaşan Kadir Mısıroğlu öldü.
Tabutuna Türk Bayrağı sardılar.
Ölenin arkasından konuşmak bizim töremizde yok.
Bana cevap veremeyecek kişi hakkında asla yazmam.
Cevap verebilecek durumda olanlar için yazıyorum…
Hatta, bu millete mutlaka cevap vermesi gerekenler için yazıyorum.
“Keşke Yunan galip gelseydi” diyen…
“10 Kasım'da saat 9'u 5 geçe kenefe gidin” diyen…
“Mustafa Kemal'in verdiği zararı Yunan yapmazdı” diyen…
“Heykellerinin köpek leşi gibi sürüklendiğini göreceksiniz” diyen…
Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy'a “serserinin teki” diyen…
“One minute sözü, İstiklal Harbi'nden daha önemlidir” diyen…
“Vasiyetimdir, Mustafa Kemal'e zerre muhabbeti olan cenazeme gelmesin” diyen…
Kadir Mısıroğlu'nun tabutuna Türk Bayrağı sarılmasına, hangi yasayla, hangi tüzükle, hangi ahlakla, hangi vicdanla, hangi “milli” ve “yerli” duyguyla, kim izin verdi?
Yılmaz ÖZDİL
29 Ocak 2019
ARABA VAPURUNDA MÜZİK YASAK
Geçen Çarşamba günü Kadıköy-Beşiktaş seferini yapan 15:15 vapuruna bindim. Alt arka salon yolcuları arasındaydım. Vapur kalktıktan kısa bir süre sonra, üç gencin oturduğu köşeden caz notaları yükseldi.
Delikanlının biri gitar, öteki saksofon, genç kız ise mızıka çalıyordu. Ankara’nın Bağları türküsünü, başarılı bir caz yorumuyla çalıp söylemeye başladılar. Keyifle dinliyorduk.
Ansızın ızbandut gibi bir çımacı girdi içeri. Hiddetli adımlarla gençlerin yanına gidip, bir şeyler söyledi. Gençler müziği kesti, ama kütük yasakçılara da şerbetli görünüyorlardı. Gitar çalanın, “Para toplamıyoruz ki, müzik ve şarkı da mı yasak?” diye sorduğunu duydum.
Ansızın bir erkek yolcu fırladı kalktı yerinden. “Bu da mı yasak?” diye sordu, çam yarması vapur görevlisine. “Bu da mı?..” Bir başka yolcu, oturduğu yerden, “Biz şikâyetçi değiliz, canımız isterse para da veririz, sana ne?” diye bağırdı, kendisinden iki kat iri çımacıya.
***
Derken, inanılmaz bir şey oldu, itiraz eden ilk yolcu, türküyü kaldığı yerden alıp, avazı çıktığı kadar bağıra bağıra söylemeye başladı:
“Ankara’nın bağları da
Büklüm büklüm yolları
Ne zaman sarhoş oldun da
Kaldıramıyon kolları!...”
O ana kadar sessiz kalan kadınlar, erkekler, türküyü alkışlar eşliğinde, hep bir ağızdan söylemeye başlamasın mı?
Yer yerinden oynuyordu.
İçeri girerken afrından tafrından geçilmeyen çımacı, epeyce şaşkın ve ürkmüş, çıkıp gitti. Yolcuların, “Çalın çocuklar, çalın!” diye teşvik ettikleri genç müzisyenler, "Ankara ’nın Bağları" ’nı bitirip, Commandante Che Guevara ağıtına geçtiler.
Salona, dokunanı çarpacak bir öfke egemendi.
Kimi sözlerini bilmediği şarkıya “nını, nını” diye eşlik edip el çırparken, kimileri de yüksek sesle verip veriştiriyordu: “Mevlüt okusalar yasak değil tabii!”, “Suriyeli dilencilerin para toplamasına ses çıkarmazlar ama!..” nidalarıyla.
***
Bazıları gençlerin yanına gidip, “Siz istemiyorsunuz, ben veriyorum!” diye ceplerine para tıkıştırdı. Beşiktaş’a yaklaşmıştık. Enstrümanlar kılıflandı. Müzisyenlerden gitarist olanı, “Desteğinize teşekkür ederiz”dedi. “Ama şimdi zabıtayı çağırmıştır bunlar, bizi iskeleden alacaklar. Birlikte çıkalım, belki bir şansımız olur...”
Vapur iskeleye yanaşıyordu. Gerçekten de dört zabıta bekliyordu çıkışta, lumbozlardan görüyorduk. Yolcular ayağa kalkıp gençleri ortalarına alarak çıkışa doğru yürüdü.
Küçük kızının elini tutan bir baba, müzisyenlere “Sizin eli boş çıkmanız daha doğru olur” dedi. “Verin bakayım şu gitarı bana!”
Tüm gerçek cesurlar gibi, ufak tefek, kendi halinde bir adamdı. Aldı gitarı, bir elinde kızı, bir elinde agitar, ilerledi kapıya. Bir başka yolcu, saksafonu alıp astı omzuna. Genç kıza, mızıkayı cebine sokup, önden gitmesi söylendi. Eh, artık benim de bir şey yapmam gerekiyordu. Müzik üçlüsünün lideri olduğu anlaşılan gitariste yaklaşıp koluna girdim, “Sen benim oğlumsun, ben de senin annen, yürüyelim!” dedim.
***
Müzisyenler, yolcuların nasıl gergin ve her birinin yaptığı her hareketin bir karar olduğunun, pek farkında değildi. Gençliğe özgü aldırmazlıkla durumu çok eğlenceli buluyor, kıkır kıkır gülüyorlardı. Oysa onlara sahip çıkanlar, kavgayı göze almışlığın sessiz ciddiyeti içindeydiler.
Korumaya aldığımız gençlerin göremediği o vahim kararlılığı, onları bekleyen dört zabıta sezdi. Donup kaldılar. Gözlerinin içine baka baka, önlerinden geçip gittik, hep birlikte. Yola çıktığımızda, müzik aletlerini teslim alan gençler “Sağol abla, sağol abi!” cıvıltıları arasında uzaklaşırken, biz erişkinler aynı gergin sessizlik ve ciddiyet içinde dağıldık.
***
Hava kurşun gibi ağır, sevgili okurlarım. Bu ülkede, azgın bir azınlığın sürekli tekmelediği mutsuz çoğunluğun öfkesi artıyor. Türkiye fokur fokur kaynayan bir kazan. Kapak henüz atmadı, çünkü itici gücüne henüz ulaşmadı. Bu çoğunluğa yön vermesi gereken muhalefet partileri, ne kaynayan öfkenin farkında, ne kendilerinden kesilen umutların...
Sabır tenceresi ne zaman taşar, kapak nerede, nasıl bir gerekçeyle atar bilemem. Ama ufukta, hem iktidarın, hem de muhalefet partilerinin boyunu aşacak, atıllaşan siyasal arenayı basacak bir öfke selinin boğuk uğultusu büyüyor.
- Mine Gökçe Kırıkkanat,
Cumhuriyet Gazetesi.
Delikanlının biri gitar, öteki saksofon, genç kız ise mızıka çalıyordu. Ankara’nın Bağları türküsünü, başarılı bir caz yorumuyla çalıp söylemeye başladılar. Keyifle dinliyorduk.
Ansızın ızbandut gibi bir çımacı girdi içeri. Hiddetli adımlarla gençlerin yanına gidip, bir şeyler söyledi. Gençler müziği kesti, ama kütük yasakçılara da şerbetli görünüyorlardı. Gitar çalanın, “Para toplamıyoruz ki, müzik ve şarkı da mı yasak?” diye sorduğunu duydum.
Ansızın bir erkek yolcu fırladı kalktı yerinden. “Bu da mı yasak?” diye sordu, çam yarması vapur görevlisine. “Bu da mı?..” Bir başka yolcu, oturduğu yerden, “Biz şikâyetçi değiliz, canımız isterse para da veririz, sana ne?” diye bağırdı, kendisinden iki kat iri çımacıya.
***
Derken, inanılmaz bir şey oldu, itiraz eden ilk yolcu, türküyü kaldığı yerden alıp, avazı çıktığı kadar bağıra bağıra söylemeye başladı:
“Ankara’nın bağları da
Büklüm büklüm yolları
Ne zaman sarhoş oldun da
Kaldıramıyon kolları!...”
O ana kadar sessiz kalan kadınlar, erkekler, türküyü alkışlar eşliğinde, hep bir ağızdan söylemeye başlamasın mı?
Yer yerinden oynuyordu.
İçeri girerken afrından tafrından geçilmeyen çımacı, epeyce şaşkın ve ürkmüş, çıkıp gitti. Yolcuların, “Çalın çocuklar, çalın!” diye teşvik ettikleri genç müzisyenler, "Ankara ’nın Bağları" ’nı bitirip, Commandante Che Guevara ağıtına geçtiler.
Salona, dokunanı çarpacak bir öfke egemendi.
Kimi sözlerini bilmediği şarkıya “nını, nını” diye eşlik edip el çırparken, kimileri de yüksek sesle verip veriştiriyordu: “Mevlüt okusalar yasak değil tabii!”, “Suriyeli dilencilerin para toplamasına ses çıkarmazlar ama!..” nidalarıyla.
***
Bazıları gençlerin yanına gidip, “Siz istemiyorsunuz, ben veriyorum!” diye ceplerine para tıkıştırdı. Beşiktaş’a yaklaşmıştık. Enstrümanlar kılıflandı. Müzisyenlerden gitarist olanı, “Desteğinize teşekkür ederiz”dedi. “Ama şimdi zabıtayı çağırmıştır bunlar, bizi iskeleden alacaklar. Birlikte çıkalım, belki bir şansımız olur...”
Vapur iskeleye yanaşıyordu. Gerçekten de dört zabıta bekliyordu çıkışta, lumbozlardan görüyorduk. Yolcular ayağa kalkıp gençleri ortalarına alarak çıkışa doğru yürüdü.
Küçük kızının elini tutan bir baba, müzisyenlere “Sizin eli boş çıkmanız daha doğru olur” dedi. “Verin bakayım şu gitarı bana!”
Tüm gerçek cesurlar gibi, ufak tefek, kendi halinde bir adamdı. Aldı gitarı, bir elinde kızı, bir elinde agitar, ilerledi kapıya. Bir başka yolcu, saksafonu alıp astı omzuna. Genç kıza, mızıkayı cebine sokup, önden gitmesi söylendi. Eh, artık benim de bir şey yapmam gerekiyordu. Müzik üçlüsünün lideri olduğu anlaşılan gitariste yaklaşıp koluna girdim, “Sen benim oğlumsun, ben de senin annen, yürüyelim!” dedim.
***
Müzisyenler, yolcuların nasıl gergin ve her birinin yaptığı her hareketin bir karar olduğunun, pek farkında değildi. Gençliğe özgü aldırmazlıkla durumu çok eğlenceli buluyor, kıkır kıkır gülüyorlardı. Oysa onlara sahip çıkanlar, kavgayı göze almışlığın sessiz ciddiyeti içindeydiler.
Korumaya aldığımız gençlerin göremediği o vahim kararlılığı, onları bekleyen dört zabıta sezdi. Donup kaldılar. Gözlerinin içine baka baka, önlerinden geçip gittik, hep birlikte. Yola çıktığımızda, müzik aletlerini teslim alan gençler “Sağol abla, sağol abi!” cıvıltıları arasında uzaklaşırken, biz erişkinler aynı gergin sessizlik ve ciddiyet içinde dağıldık.
***
Hava kurşun gibi ağır, sevgili okurlarım. Bu ülkede, azgın bir azınlığın sürekli tekmelediği mutsuz çoğunluğun öfkesi artıyor. Türkiye fokur fokur kaynayan bir kazan. Kapak henüz atmadı, çünkü itici gücüne henüz ulaşmadı. Bu çoğunluğa yön vermesi gereken muhalefet partileri, ne kaynayan öfkenin farkında, ne kendilerinden kesilen umutların...
Sabır tenceresi ne zaman taşar, kapak nerede, nasıl bir gerekçeyle atar bilemem. Ama ufukta, hem iktidarın, hem de muhalefet partilerinin boyunu aşacak, atıllaşan siyasal arenayı basacak bir öfke selinin boğuk uğultusu büyüyor.
- Mine Gökçe Kırıkkanat,
Cumhuriyet Gazetesi.
YABANCI ÜLKELERDE ATATÜRK
Fırat adlı gemiyle, Amerika’nın Phıladelphia limanına 10 bin ton tütün götürmüştük.
Şehri dolaşmış gemiye dönüyorduk.
Yanımıza bir araba yaklaştı ve nereye gittiğimizi sordu.
Limana deyince bizi götürebileceğini söyledi. 3 arkadaş bindik ve geminin bordasına kadar getirdi.
Bu kibar Amerikalıyı ‘Türk kahvesi’ ikram etmek için gemiye davet ettim.
Zabitan salonuna geçtik. Kaptanımız da oradaydı.
Misafirimiz salonu inceledıkten sonra; “Bu geminin Türk gemisi olduğunu söylediniz. Ancak, salonda Atatürk resmi yok” dedi ve hemen ilave etti; “Önce Atatürk’ün resmini koymalıydınız” deyip kahveyi içmeden gemiden ayrıldı.
Hepimiz şaşırıp kalmıştık.
Karşılaştığımız olaya bir anlam veremiyorduk.
Bu olayı çok düşündüm.
Sanırım bu kibar Amerikalı, varlık nedenimiz olan Atatürk’e kayıtsız kaldığımızı düşünmüş ve tavrımızı vefasızlık olarak değerlendirerek bizi protesto etmişti.
Karşılaştığımız bu sıradışı olaya başka açıklama bulamamıştım…
Yıl 1985 ...
İzmir’e yük getiren Yunan bandralı gemide baş mühendis mide kanaması geçirdiği için hastahaneye kaldırılmış.
İşe davet ettikleri için görev aldım. Gemide tek Türk, baş mühendis olarak benim.
Bir sohbet esnasında, gemi kaptanı (adı Kosta’ydı) gümrükte fotoğraf makinesinin mühürlü kamaraya kilitlendiğini ve bu duruma çok üzüldüğünü söyledi.
Makine yanında olsaydı ne yapacaktın diye sordum.
Oğlu istediği için, Kordon’daki Atatürk Anıtı’nın resmini çekeceğini söyledi. Şaşırmıştım.
“Atatürk size tarihinizin en büyük darbesini vuran komutandı, neden onun resmini çekmeyi düşünüyorsunuz” dedim.
Şu cevabı verdi;
“Biz, emperyalizmin emrinde haksız ve işgalci olarak Anadolu’ya geldik. Uçurumdan aşağı yuvarlanırken Atatürk sizi uçurumun kenarından alıp, özgür uluslar arasına modern bir ulus olarak kattı.Bunu yaparken, insanlık tarihine ezilen ulusların kurtuluşuna örnek olan, yeni bir deneyim kazandırdı. Onlara, özgürlükleri için mücadele ederlerse kazanacaklarını öğretti. Atatürk, bu nedenle bizim için de değerlidir”.
Bu cevap nedeniyle, etkisini hayatım boyunca taşıdığım bir duygu yoğunlaşması yaşamıştım…
Yıl 1988 ...
Ekvador’un Guayaquil şehri.
Gemideki işim bitince, çevreyi tanımak için dolaşmaya çıktım.
Bir okula rastladım. okulun girişindeki alanda 5 tane büst gördüm.
Birinci büst Simon Bolivar’a aitti.
İkincisi Che Guavera,
üçüncüsü Fidel Castro,
Dördüncüsü Emiliyano Zapata
ve Beşinci büst Mustafa Kemal Atatürk’e aitti.
Büstleri inceleyip İspanyolca açıklamaları anlamaya çalışırken, öğretmen olduğunu düzgün İngilizcesi ile söyleyen bir kişi geldi.
Nereli olduğumu sordu.
Türk olduğumu söyleyince, içtenlikli bir ilgi gösterdi.
Atatürk hakkında konuşmaya başladık. Türk devrimi konusundaki bilgisi yüksekti.
Atatürk’ü, saygı duyduğu diğer 4 devrimciden ayrı tuttuğunu söyledi. “O yalnızca ülkesini kurtarıp modern bir ulus yaratmakla kalmadı, ezilen uluslara evrensel bir örnek yarattı. İnsanlık tarihinde hiçbir lider bunu başaramamıştır” dedi.
O an duyduğum övünç ve mutluluğu unutmam mümkün değildir.
YIL 1999 ...
Hindistan’ın Visakapatman limanındayız.
Şehri dolaşırken büyük bir kitapçı dükkanına girdim.
Çocuklar için kısaltılmış İngilizce dünya klasikleri dizisi olduğunu gördüm. İncelediğim listede ‘Atatürk’ün Hayatı ve Devrimleri’ isimli bir kitap bulunuyordu.
Listede olmasına rağmen raflarda yoktu.
Görevliyi buldum ve diğerleri ile bu kitabı istediğimi söyledim.
Görevli, okulların yeni açıldığı, ilginin fazla olması nedeniyle kitabın kalmadığını, ısmarladıklarını ve bir hafta sonra uğramamı söyledi.
Ertesi gün limandan hareket edeceğimiz için zamanım olmadığından bu kitabı alamadım.
Bir yandan bütün kitabevi benim olmuş gibi mutlu oldum, diğer yandan, derin bir acı ve üzüntü duydum. Dünyanın öbür ucunda, çocuklara öğretilen Atatürk kendi ülkesinde üstü örtülmüş,
Yetkili yerlere gelen kişiler Onu bu ülke gençliğine öğretmemek için her şeyi yapmışlardı.
Üzüntümün nedeni buydu…
Yıl 2003 ...
Kamerun’un Douala Limanındayız.
Kütük kereste yüklenecek. Yükün sahibi, gemiye yüklemeye nezaret edecek bir kaptan göndermişti.
Kaptan Hırvattı.
Zabitan odasına geldiğinde, gelenin karşısına düşen duvardaki Atatürk resmini görünce duraladı.
Bir süre durduktan sonra resme doğru yürüdü.
Saygı ifade eden davranışlarla resmi nazikçe düzeltti ve hepimizin yüreğine bir ok gibi saplanan şu sözleri söyledi; “Siz bu insanı ve ideallerini anlayamadınız. Anlamış olsaydınız bugün Avrupa kapılarında sürünmez, Avrupalılar sizin kapılarınızda bekleşirlerdi”…
Yıl 2017 ...
Bangladeşin Chittgong limanındayız.
Gemiden inmiş limanın çıkış kapısına doğru gidiyordum.
Takkeli, entari ya da şalvar giyimli, yaşlı birisi ile hafifçe çarpıştık.
Nedeni o olmamasına karşın özür diledi ve konuşmaya başladık.
Nereli olduğumu sordu. Türk olduğumu söyledim.
Hiç beklemediğim bir cevap verdi;
“Atatürk’ün çocuğusun yani” dedi. Heyecanlanmıştım.
Sohbeti sürdürdüm.
Birçok kimseye inanılmaz gelebilir ama bana şunları söyledi;
“En büyük Müslüman Atatürk’tür.
Biz Bangaldeş olarak onun öğrettiği yoldan gittik ve özgürlüğümüze kavuştuk.
Fakiriz ama onun yaptıklarını yaparsak fakirlikten de kurtulabiliriz.
O sadece Türklerin değil tüm Doğu halkları için de büyük bir liderdir ….
Mehmet Ali Ergöz Hatıraları ...
26 Ocak 2019
VENEZUELA da VENEZUELA
*VENEZUELA* da *VENEZUELA*...
Şimdi bir de bu çıktı...
Neresidir burası...
*VENEZUELA* dan bize ne...
*VENEZUELA* ile bizim ne alakamız var...
*VENEZUELA* kim biz kim...
*VENEZUELA* dediğin yer taaa... Allahın ittir ettiği yerde...
Diye bakarsan, *TARİH* de sana *HAŞIRT CEZASI KESER...*
* Venezuela'nın nüfusu 30 milyon kişi…
* *Suudi* Arabistan'ın bile *265* milyar varil petrol rezervi varken,
* *Venezuela*'nın *296* milyar varil petrol rezervi var.
Varilini 55 dolardan hesapla bak ne çıkıyor…
Venezuela halkının en az Kanadalılar kadar refah olması gerekiyor, gerekiyor da...
*Bu SEFALET niye...*
Niye mi...
Bakslım yollardır
*VENEZUELA* nasıl idate ediliyor...
*Venezuela* 'da *BAŞKANLIK SİSTEMİ* var.
*Hugo Chavez 1998*'de başkan seçildi.
Yoksul ve cahil ahali, onu çok seviyordu, gıda kolisi dağıtıyor, gariban mahallelere, sağlık ocağı filan açıyor, devletin kaynaklarını sebil gibi *ÜRETİM* için değil *TÜKETİM* için kullanıyordu.
*Balık tutmayı öğretme yerine, kokmuş balık vererek HALKI KANDIRANLAR*, açlıktan nefesi kokan halkın kurtarıcısı olarak görülüyordu.
Şakkk…
*Başkan Hugo Chavez*
Anayasayı değiştirdi, dolayısıyla devletin yönetim şeklini değiştirdi.
Artık, *HALKIN* onu sevip sevmemelerinin önemi yoktu, çünkü, artık onu başkanlıktan indirmek hukuken mümkün değildi.
*HUGO*, önce *MUHALEFETİ SUSTURDU, BASINI SUSTURDU, İŞ DÜNYASINI SUSTALI MAYMUNA ÇEVİRDİ*.
Onun yönetim şekli yüzünden *1.5 milyon kişi ülkeden kaçtı*.
Nüfusun yüzde beşi ülkeden kaçarken… Twitter'dan kendisini takip eden üç milyonuncu takipçisine ev hediye ederek, kendisini alkışlatıyordu.
Kansere yakalandı. Halefi olarak, başkan yardımcısı *Maduro*'yu seçti.
Bütçe dahil, tüm yetkilerini başkan yardımcısı Maduro'ya devretti.
*Maduro* otobüs şoförüydü, lise mezunuydu, sendikacılıktan tırmanmış, *Chavez'in sağkolu* olmuştu.
“Üniversite mezunu olmayan biri devlete başkan olabilir mi?”
diye eleştirildiğinde…
Chavez,
“ _neden olmasın_” diyordu.
_“iktidar halkındır, elitler-seçkinciler istemese de otobüs şoförü başkan olur”_
diyordu.
Chavez öldü, otobüs şoförü Maduro geçici olarak başkan oldu.
Nisan 2013'te yeniden başkanlık seçimi yapıldı, *başkanlık imkanlarını sonuna kadar kullanan Maduro, yüzde 50.6 oyla kılpayı kazandı*.
Rakibi yüzde 49.1 almıştı. *Seçimde şaibe olduğunu, oyların çalındığını elbette herkes biliyordu ama, itirazlardan netice alınamadı, çünkü, seçim kurulu, yargı, komple Maduro'nun kontrolündeydi*.
*Toplum karpuz gibi ikiye bölündü.*
Protesto gösterileri başlayınca, *halka ateş* açıldı.
Harvard mezunu *muhalefet lideri tutuklandı*.
Bizzat başkan Maduro tarafından
*“kendisinin başkanlığını kabul etmeyenlere konuşma yasağı”*
getiren yasa teklifi hazırlandı ve meclis de bu teklifi kabul etti iyi mi…
*Muhalefete kanunen konuşma yasağı getirildi.*
Başkanlık yetkilerini daha da arttıran yasalar çıkarttı.
Mesela, *petrol ve madenler konusunda meclise sormadan karar verme yetkisini kendisine aldı!*
*Yandaş medya* oluşturdu.
Şu anda Maduro haricinde hiçbir şey yazmıyorlar, televizyonlarda devamlı Maduro konuşuyor.
*Muhalif medyayı susturdu* , yayınlarını beğenmediği televizyon kanallarını kablolu kanaldan çıkardı.
*20 milyon kişiye 120 bin ton gıda kolisi dağıttı.*
Temel ihtiyaç maddeleri karaborsaya düşmeye başlayınca, başkanlık bünyesinde komisyon kurdu, kıtlığın sebebinin araştırılmasını istedi.
*Yalaka komisyon* araştırdı. Ne buldular biliyor musunuz?
_“Halkımızın yüzde 95'i günde dört-beş öğün yemek yiyor, bu nedenle tüketim maddelerinde sıkıntı yaşanıyor”_
sonucunu buldular!
Kıtlığın sebebi halkın çok yemesiydi yani…
Başkanın sorumluluğu, kusuru yoktu!
2015'te parlamento seçimi yapıldı.
*Maduro* her türlü *katakulliyi* yaptı ama, hezimete uğramaktan kurtulamadı. Muhalefet ezici çoğunlukla kazandı.
Muhalefet parlamentoyu kazandı ama…
Başkan hâlâ Maduro'ydu.
*Ordu, polis ve yargının* tamamı *Maduro* 'nun elindeydi.
Hükümeti de hâlâ o kuruyordu.
Meclis çoğunluğunu ele geçiren muhalefet, 2019'da yapılması gereken başkanlık seçimlerinin öne çekilmesi için, erken seçim talebinde bulundu. Tabii ki başkan reddetti!
Bunun üzerine, erken seçime gidilmesi konusunda referandum yapılması için anayasal süreç başlatıldı. Anayasaya göre, referanduma gidilmesi için seçmenin yüzde 20'sinden imza toplanması gerekiyordu. Dört milyon imza toplandı.
Amaaa... Nafile… Başkanın emrindeki seçim kurulu, imzaları kabul etmedi, referandum meferandum yapamazsınız dedi, kesti attı!
Muhalefet bir başka yol aradı, meclisten, Maduro'nun başkanlıktan azledilmesini talep eden karar çıkarıldı.
Gel gör ki… Tüm üyeleri Maduro tarafından seçilen Anayasa Mahkemesi bu kararı reddetti.
Meclisin azil talebinin anayasaya aykırı olduğu açıklandı!
Bunlar yetmezmiş gibi, *Aragua eyaletinin valisini* (artık nasıl bir işişkileri varsa), kendisine başkan yardımcısı yaptı.
Bu herif “ *uyuşturucu baronu*” olarak tanınıyor!
Eğer Maduro da Chavez gibi ölürse, 2019'a kadar ülkeyi bu arkadaş yönetecek.
*Netice?*
Şu anda Venezuela'da
* Enflasyon yüzde 16.000…
* Alışverişlerde kredi kartı geçmiyor, mağazalar kabul etmiyor.
* Hükümet devalüasyonla eriyen banknotları tedavülden kaldırıp, yerine yenilerini sürmek istedi, para basmak için bile para bulamadı!
* Asgari ücrete güya yüzde 50 zam yapıldı, 40 bin bolivar oldu, 40 bin bolivar ne ediyor biliyor musunuz, 15 dolar ediyor!
* Et, un, şeker, pirinç, süt karaborsa satılıyor, ekmek için bile kuyruk var, marketler saldırıya uğruyor, yağmalanıyor.
* Hal böyleyken, zengin daha da zengin oldu.
Bir hamburger 170 dolara satılıyor, alıcı buluyor!
* Eczane rafları boşaldı, ilaç sıkıntısı var, sağlık sistemi çöktü, ameliyat malzemesi yok, yenidoğan bebek ölümleri rekor seviyeye ulaştı.
* İthalat bıçak gibi kesildi, alt tarafı diş macunu almak isteyen, normal fiyatının yüz misli ödemek zorunda kalıyor.
* Günde 18 saate varan elektrik kesintileri yapılıyor, yeterli elektrik üretilemediği için, kamu kurumları haftada beş gün tatil ediliyor, sadece pazartesi ve salı çalışıyor, özel sektör haftalık izin gününü üçe çıkardı.
* Şehirlerde günde sekiz saat su kesintisi yapılıyor, her gün…
* Fuhuş patladı.
* Suç patladı, her 21 dakikada bir cinayet işleniyor.
* Her sene 17 bin adam kaçırma olayı, fidye rapor ediliyor.
* Gasp öyle hale geldi ki, insanlar cep telefonuyla anca evlerinde konuşuyor, sokağa çıkarken yanına almıyor.
* Sosyal hayat durdu, sinema yok, tiyatro yok, konser yok, hava kararınca şehirler ıssızlaşıyor.
* Karayolları, limanlar ve havalimanları ordu kontrolünde tutuluyor.
*Moduro VENEZUELLA*'nın taaa *içine etti.*
Amaaa...
*Başkan hâlâ başkan.*
*YAŞASINNN... BAŞKANLIK SİSTEMİ*...
Alıntı
Şimdi bir de bu çıktı...
Neresidir burası...
*VENEZUELA* dan bize ne...
*VENEZUELA* ile bizim ne alakamız var...
*VENEZUELA* kim biz kim...
*VENEZUELA* dediğin yer taaa... Allahın ittir ettiği yerde...
Diye bakarsan, *TARİH* de sana *HAŞIRT CEZASI KESER...*
* Venezuela'nın nüfusu 30 milyon kişi…
* *Suudi* Arabistan'ın bile *265* milyar varil petrol rezervi varken,
* *Venezuela*'nın *296* milyar varil petrol rezervi var.
Varilini 55 dolardan hesapla bak ne çıkıyor…
Venezuela halkının en az Kanadalılar kadar refah olması gerekiyor, gerekiyor da...
*Bu SEFALET niye...*
Niye mi...
Bakslım yollardır
*VENEZUELA* nasıl idate ediliyor...
*Venezuela* 'da *BAŞKANLIK SİSTEMİ* var.
*Hugo Chavez 1998*'de başkan seçildi.
Yoksul ve cahil ahali, onu çok seviyordu, gıda kolisi dağıtıyor, gariban mahallelere, sağlık ocağı filan açıyor, devletin kaynaklarını sebil gibi *ÜRETİM* için değil *TÜKETİM* için kullanıyordu.
*Balık tutmayı öğretme yerine, kokmuş balık vererek HALKI KANDIRANLAR*, açlıktan nefesi kokan halkın kurtarıcısı olarak görülüyordu.
Şakkk…
*Başkan Hugo Chavez*
Anayasayı değiştirdi, dolayısıyla devletin yönetim şeklini değiştirdi.
Artık, *HALKIN* onu sevip sevmemelerinin önemi yoktu, çünkü, artık onu başkanlıktan indirmek hukuken mümkün değildi.
*HUGO*, önce *MUHALEFETİ SUSTURDU, BASINI SUSTURDU, İŞ DÜNYASINI SUSTALI MAYMUNA ÇEVİRDİ*.
Onun yönetim şekli yüzünden *1.5 milyon kişi ülkeden kaçtı*.
Nüfusun yüzde beşi ülkeden kaçarken… Twitter'dan kendisini takip eden üç milyonuncu takipçisine ev hediye ederek, kendisini alkışlatıyordu.
Kansere yakalandı. Halefi olarak, başkan yardımcısı *Maduro*'yu seçti.
Bütçe dahil, tüm yetkilerini başkan yardımcısı Maduro'ya devretti.
*Maduro* otobüs şoförüydü, lise mezunuydu, sendikacılıktan tırmanmış, *Chavez'in sağkolu* olmuştu.
“Üniversite mezunu olmayan biri devlete başkan olabilir mi?”
diye eleştirildiğinde…
Chavez,
“ _neden olmasın_” diyordu.
_“iktidar halkındır, elitler-seçkinciler istemese de otobüs şoförü başkan olur”_
diyordu.
Chavez öldü, otobüs şoförü Maduro geçici olarak başkan oldu.
Nisan 2013'te yeniden başkanlık seçimi yapıldı, *başkanlık imkanlarını sonuna kadar kullanan Maduro, yüzde 50.6 oyla kılpayı kazandı*.
Rakibi yüzde 49.1 almıştı. *Seçimde şaibe olduğunu, oyların çalındığını elbette herkes biliyordu ama, itirazlardan netice alınamadı, çünkü, seçim kurulu, yargı, komple Maduro'nun kontrolündeydi*.
*Toplum karpuz gibi ikiye bölündü.*
Protesto gösterileri başlayınca, *halka ateş* açıldı.
Harvard mezunu *muhalefet lideri tutuklandı*.
Bizzat başkan Maduro tarafından
*“kendisinin başkanlığını kabul etmeyenlere konuşma yasağı”*
getiren yasa teklifi hazırlandı ve meclis de bu teklifi kabul etti iyi mi…
*Muhalefete kanunen konuşma yasağı getirildi.*
Başkanlık yetkilerini daha da arttıran yasalar çıkarttı.
Mesela, *petrol ve madenler konusunda meclise sormadan karar verme yetkisini kendisine aldı!*
*Yandaş medya* oluşturdu.
Şu anda Maduro haricinde hiçbir şey yazmıyorlar, televizyonlarda devamlı Maduro konuşuyor.
*Muhalif medyayı susturdu* , yayınlarını beğenmediği televizyon kanallarını kablolu kanaldan çıkardı.
*20 milyon kişiye 120 bin ton gıda kolisi dağıttı.*
Temel ihtiyaç maddeleri karaborsaya düşmeye başlayınca, başkanlık bünyesinde komisyon kurdu, kıtlığın sebebinin araştırılmasını istedi.
*Yalaka komisyon* araştırdı. Ne buldular biliyor musunuz?
_“Halkımızın yüzde 95'i günde dört-beş öğün yemek yiyor, bu nedenle tüketim maddelerinde sıkıntı yaşanıyor”_
sonucunu buldular!
Kıtlığın sebebi halkın çok yemesiydi yani…
Başkanın sorumluluğu, kusuru yoktu!
2015'te parlamento seçimi yapıldı.
*Maduro* her türlü *katakulliyi* yaptı ama, hezimete uğramaktan kurtulamadı. Muhalefet ezici çoğunlukla kazandı.
Muhalefet parlamentoyu kazandı ama…
Başkan hâlâ Maduro'ydu.
*Ordu, polis ve yargının* tamamı *Maduro* 'nun elindeydi.
Hükümeti de hâlâ o kuruyordu.
Meclis çoğunluğunu ele geçiren muhalefet, 2019'da yapılması gereken başkanlık seçimlerinin öne çekilmesi için, erken seçim talebinde bulundu. Tabii ki başkan reddetti!
Bunun üzerine, erken seçime gidilmesi konusunda referandum yapılması için anayasal süreç başlatıldı. Anayasaya göre, referanduma gidilmesi için seçmenin yüzde 20'sinden imza toplanması gerekiyordu. Dört milyon imza toplandı.
Amaaa... Nafile… Başkanın emrindeki seçim kurulu, imzaları kabul etmedi, referandum meferandum yapamazsınız dedi, kesti attı!
Muhalefet bir başka yol aradı, meclisten, Maduro'nun başkanlıktan azledilmesini talep eden karar çıkarıldı.
Gel gör ki… Tüm üyeleri Maduro tarafından seçilen Anayasa Mahkemesi bu kararı reddetti.
Meclisin azil talebinin anayasaya aykırı olduğu açıklandı!
Bunlar yetmezmiş gibi, *Aragua eyaletinin valisini* (artık nasıl bir işişkileri varsa), kendisine başkan yardımcısı yaptı.
Bu herif “ *uyuşturucu baronu*” olarak tanınıyor!
Eğer Maduro da Chavez gibi ölürse, 2019'a kadar ülkeyi bu arkadaş yönetecek.
*Netice?*
Şu anda Venezuela'da
* Enflasyon yüzde 16.000…
* Alışverişlerde kredi kartı geçmiyor, mağazalar kabul etmiyor.
* Hükümet devalüasyonla eriyen banknotları tedavülden kaldırıp, yerine yenilerini sürmek istedi, para basmak için bile para bulamadı!
* Asgari ücrete güya yüzde 50 zam yapıldı, 40 bin bolivar oldu, 40 bin bolivar ne ediyor biliyor musunuz, 15 dolar ediyor!
* Et, un, şeker, pirinç, süt karaborsa satılıyor, ekmek için bile kuyruk var, marketler saldırıya uğruyor, yağmalanıyor.
* Hal böyleyken, zengin daha da zengin oldu.
Bir hamburger 170 dolara satılıyor, alıcı buluyor!
* Eczane rafları boşaldı, ilaç sıkıntısı var, sağlık sistemi çöktü, ameliyat malzemesi yok, yenidoğan bebek ölümleri rekor seviyeye ulaştı.
* İthalat bıçak gibi kesildi, alt tarafı diş macunu almak isteyen, normal fiyatının yüz misli ödemek zorunda kalıyor.
* Günde 18 saate varan elektrik kesintileri yapılıyor, yeterli elektrik üretilemediği için, kamu kurumları haftada beş gün tatil ediliyor, sadece pazartesi ve salı çalışıyor, özel sektör haftalık izin gününü üçe çıkardı.
* Şehirlerde günde sekiz saat su kesintisi yapılıyor, her gün…
* Fuhuş patladı.
* Suç patladı, her 21 dakikada bir cinayet işleniyor.
* Her sene 17 bin adam kaçırma olayı, fidye rapor ediliyor.
* Gasp öyle hale geldi ki, insanlar cep telefonuyla anca evlerinde konuşuyor, sokağa çıkarken yanına almıyor.
* Sosyal hayat durdu, sinema yok, tiyatro yok, konser yok, hava kararınca şehirler ıssızlaşıyor.
* Karayolları, limanlar ve havalimanları ordu kontrolünde tutuluyor.
*Moduro VENEZUELLA*'nın taaa *içine etti.*
Amaaa...
*Başkan hâlâ başkan.*
*YAŞASINNN... BAŞKANLIK SİSTEMİ*...
Alıntı
14 Ocak 2019
ATATÜRK VE MU KITASI..
-Atatürk ve MU kıtası...
-Anadolu'ya yerleşen ilk ışık insanları...
-13.000 (on üç bin yıl) önceye ışık tutan göbeklitepe kazıları...
-13.ooo yıl önce insanoğlunun "avcılık ve toplayıcılık zamanında" **Türk gelenek ve göreneklerine ait izlerin Anadolu'da rastlanması. ..
-Hristiyan ve yahudilerin yazdığı tarihte Türklerin Anadolu'ya 1071 Malazgirt zaferi ile geldikleri konusunda ısrar etmeleri...
-Buzulların erimeye başlamasıyla Sibirya da da Türklere ait insan izleri bulmaları
-Atatürk'ün iş bankasındaki hisselerinin gelirini Türk dil kurumu ile Türk tarih kurumuna bağışlaması ( en son hisselere el koydular mı bilmiyorum)
-Cumhuriyet, Atatürk ve Türk'e düşman olanların Türk adını kaldırmak için özel çaba sarf etmeleri...
-Hiç bir ırkın soyu bu kadar eskiye dayanmazken Türk soyu neden bu kadar eskiye dayanıyor?
-Böyle bir soyun devamıyız ey Türk, oku geçmişini bil, geleceğe bilerek güvenle bak!..
(Bilimsel araştırmadır ve devam etmektedir.
Yıl 1878'di..
Afyon'a bağlı Beyköy'de bir tarlada 10 metre uzunluğunda kireç taşından yapılmış bir yazıt bulundu..
Üzerinde bir takım şekiller vardı..
Köylüler taşa bir anlam veremedi..
Köy heyeti taşın yeni yapılan caminin temelinde kullanılmasını kararlaştırdı..
Bölgede kazı yapan Fransız arkeolog George Perrot buna karşı çıksa da, köylülere derdini anlatamadı..
Bunun üzerine arkeolog Perrot, taş temele atılmadan üzerindeki şekilleri bir kağıda tek tek çizdi..
Sonra ülkesine döndü...
*. *. *
Aradan 134 yıl geçti..
2012 yılında İngiliz antik çağ tarihçisi James Mellaart öldüğünde özel arşivinin arasında Fransız arkeolog Perrot'un Afyon'da taştan kopya ettiği metin de çıktı..
Melleart'ın oğlu metnin kopyasını İsveçli tarihçi Dr. Eberhard Zangger'e verdi.
Zangger İsveçli ve Hollandalılar'dan oluşan 20 kişilik bir bilim insanı grubuyla bu yazıları çözmeye çalıştı..
Yıllar süren uğraşlardan sonra yazılar çözüldü..
Bronz Çağından kalmaydı..
3 bin 200 yıllıktı..
Anadolu'da Hititler'den önce yaşayan Luviler'e aitti..
Luviler, çok araştırmacı ve akademisyene göre Truva'ya denizden gelen ışık insanlarıydı..
Anadolu'nun ilk halkıydı..
*. *. *
Luviler kendilerine MA halkı diyordu..
MA, battığına inanılan MU kıtasının başka bir ismiydi..
Bir çok tarihçi Luviler'in MU kıtası battıktan sonra deniz yoluyla Anadolu'ya geldiğini savundu..
Bu görüşe katılan Mustafa Kemal Atatürk de, Anadolu'nun köklerini MU kıtasında aradı ve bu konuda araştırmalar yaptı..
*. *. *
Luvi ışık demekti..
Bir çok dile buradan geçti..
Hititçe'de Lukka, Latince'de Lux, İngilizce'de Light, İtalyanca'da Lure, İspanyolca'da Luz, Almanca'da licht ve niceleri..
Işık insanları silahsız bir dine inanıyordu..
Onlarda yaratan ve yaratılan yoktu..
Yaratılmışların bütünü yaratanın kendisiydi.
İkilik küfürdü..
En büyük en küçükteydi..
İnsanın özü ruhuydu
Ruh ışıktı ve ölümsüzdü.
Luviler'de bilgi en önemli değerdi..
Dinlerini, dünya görüşlerini bilgi seviyesi yüksek insanlarla paylaşırlardı..
Düşüncelerini sembollerle anlatırlardı..
Bu yüzden hep azınlıkta kaldılar ve Anadolu'ya kendilerinden sonra gelen halklar tarafından ezildiler..
*. *. *
Hititler Anadolu'ya geldiklerinde tanıştıkları Luviler'e, komşu halk anlamına gelen "A-Luvi" dediler..
İnançlarının, geleneklerinin Aleviler'e çok benzer olması yıllardır tarihçileri düşündürürür..
Alevi sözü acaba "A-Luvi"den mi gelmektedir?.
Baksanıza Yunus Emre ne diyor?
“Dört kitabın manasın okudum hâsıl ettim..
Işığa gelince gördüm bir uzun hece imiş”.
“Oruç namaz gusülü hac hicaptır aşıklara
aşk ondan münehhez halis heves içinde..
ey aşıklar ey aşıklar ışık mezhebi dindir bana."
*. *. *
Afyon'da 1878 yılında bulunan taş yazıtın çözümüne başta İngiliz İndepented Gazetesi olmak üzere bir çok Avrupa medya organı geniş yer verdi..
Yazıtın deşifre edilmiş tam metni ve araştırma Aralık ayında 'Proceedings of the Dutch Archaeological and Historical Society' dergisinde yayınlanacak.
Fransız, İngiliz, İsveç, Hollandalı bilim insanları şimdi bu konuda yoğun çalışma içinde..
Anadolu'nun köklerini araştırıyorlar..
Peki biz Anadolu'da yaşayanlar ne yapıyoruz?
Alıntı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)