1. Fyodor Dostoyevski, Suç ve Ceza
Dostoyevski’nin Rusya’da yaşanan siyasi ve ekonomik olaylar sonrasında gözlemlediği hayatlardan esinlenerek 1866 yılında yazdığı eser ilk olarak Rus Habercisi isimli edebiyat dergisinde yayınlanmıştır. Roman sanatını dış dünyayı anlatma konusunun tekdüzeliğinden uzaklaştırarak, insanın iç dünyasında olup bitenlerin de işin içine sokulması, insan psikolojisinin derinliklerine inme kaygıları Dostoyevski ile başlar.
“Heyecanını sözcüklerle de, ses tonuyla da anlatamıyordu. Daha yaşlı kadının evine giderken yolda yüreğini sıkıştırmaya, ezmeye başlayan sınırsız tiksinti duygusu şimdi öylesine büyümüş, öylesine belirginleşmişti ki, bu can sıkıntısından nasıl kurtulabileceğini bilemiyordu. Yanından gelip geçenleri görmeden, insanlara çarparak sarhoş gibi yalpalayarak yürüyordu yaya kaldırımında. Ancak bir sokak ötede biraz gelebildi kendine. Çevresine bakınınca, yaya kaldırımından merdivenle inilen bodrum kat bir meyhanenin önünde olduğunu fark etti. O sırada meyhanenin kapısından iki sarhoş birbirine yaslanarak, küfürler savurarak çıkmış, merdivenin basamaklarını tırmanıyorlardı. Hiç düşünmeden merdivenden indi Raskolnikov. Daha önce meyhaneye adımını atmamıştı. Ama şimdi başı dönüyordu. Üstüne üstlük çok susamıştı. Soğuk bir bira içmek istiyordu. Dahası, ansızın kendini bitkin hissetmesini de açlığına veriyordu. Meyhanenin karanlık, pis bir köşesinde yapış yapış bir masaya çöktü. Bir bira söyledi. İlk bardağı bir dikişte içti. Bir anda rahatlamıştı sanki. Toparlamıştı kendini. “Boş şeyler bunlar! diye mırıldandı. Telaşlanacak, endişe edecek bir şey yok ortada!.. Sıradan bir fiziksel rahatsızlıktı işte, geçti… Bir bardak birayla bir dilim peksimet yetti de arttı düzelmeme. Bir anda yerine geliverdi aklım. Düşüncelerim duruldu, karar verme yeteneğimi yeniden kazandım!.. Kahretsin!.. Ne boş şeyleri önemsemişim!..” Durumunu böylesine küçümsemesine karşın, rahatlamış, ağır bir yükten kurtulmuş hissediyordu kendini. Dostça bakıyordu çevresindeki insanlara şimdi. Ama o anda bile bu aşırı iyimserliğinin sağlıklı bir ruhsal durum olmadığı kuşkusu vardı içinde.”
2. Lev Tolstoy, Anna Karenina
Tolstoy, 1873’te Anna Karenina’yı yazmaya başladığında aslında bir yandan da Peter the Great üzerine bir tiyatro eseri kaleme almak istiyordu. Ama konu, Tolstoy için bile zorlu bir destana dönüşmüştü. Hatta bir arkadaşına yazdığı mektupta, “Çok kötü durumdayım. İlerleme kaydedemiyorum. Seçtiğim proje çok zor. Araştırmanın sonu gelmiyor” demişti. Sonra fazla abartılmamış ve tarihsel olmayan tam aksine gayet kişisel, içten ve bir o kadar da üzücü bir konu buldu. Henri Troyat’ın kaleme aldığı Tolstoy biyografisinde “Bir yıl önce onu derinden etkileyen bir olayı anımsadı. Komşusu ve aynı zamanda da arkadaşı olan Bibikov, Anna Stepanovna Pirogova adlı bir kadınla yaşıyordu. Uzun boylu, geniş yüzlü bu kadın, onun metresiydi. Adam, onu pek umursamıyordu. Hatta başka biriyle evlenme planları yapıyordu. Onun bu ihanetini öğrenen Anna, sadece birkaç eşyasını alıp kaçtı. Ve ardından kendini trenin altına attığı haberi geldi.” 1872’de yaşanan bu olayı Tolstoy yakından takip etmiş, polisle birlikte incelemeler yapmıştı.
“Onlara da ne oluyor? Ne diye herkes benimle ilgilenmeyi bir görev sayıyor? Ne diye üzerime düşüyorlar? Çünkü onlar bunun kendilerinin anlayamadığı bir şey olduğunu seziyorlar. Bu her zaman görülen bayağı, kabak tadı vermiş bir sosyete ilişkisi olsaydı, beni rahat bırakırlardı. Onlar, bunun başka bir şey olduğunu, oyuncak olmadığını, bu kadının benim için hayatımdan daha değerli olduğunu hissediyorlar. İşte, buna akılları ermiyor, bundan ötürü de canları sıkılıyor. Alınyazımız ne olursa olsun, bizi nasıl bir gelecek beklerse beklesin, onu biz yaptık ve ondan şikayetçi değiliz,” diye aklından geçirdi. Vronski, bu “biz” sözüyle Anna’yı ve kendisini bir teklik içinde bütünleştiriyordu. “Hayır, onlar hayatı nasıl yaşamamız gerektiğini bize öğretmek istiyorlar. Mutluluk üzerine en küçük bir bilgileri bile yok. Bu aşk olmadan, bizim için mutluluğun da, mutsuzluğun da, hayatın da olamayacağını bilmiyorlar.”
3. İvan Turgenyev, Babalar ve Oğullar
Romanın ana kahramanı Bazarov, 19. yüzyıl Rus toplumunda belirmeye başlayan materyalist dünya görüşünün temsilcisidir. Bazarov ve arkadaşı Arkadi’ye göre, her şey kuvvete bağlıdır. Kuvvetli oldukları için de her şeyi yıkabilme hakkına sahiptirler. Turgenyev, bu yeni insan tipinin ortaya çıkışını fark etmiş ve buna romanında yer vermiştir. Roman boyunca Bazarov, bütün kabalığı, kalpsizliği ve acımasız soğukluğuyla Nihilist bir tipi temsil etse de onun soylulardan üstün bir kişi olduğu vurgulanılır. Yazar, nasıl yaşayabileceğini ve neler yapabileceğini göstermeden onu ölümle buluşturur.
“Bir an durdu. Sonra sözlerine Fransızca devam etti:
– Aşırı derecede kurallara bağlı bir ahlakçı benim bu samimiliğimi yersiz bulabilir fakat, bu işi gizlemeye imkan yok. Sen de bilirsin ki, benim baba-oğul ilişkileri konusunda birtakım kendime özgü düşüncelerim var. Şunu da hemen söyleyeyim ki, beni suçlarsan sana hak veririm. Çünkü, benim yaşımda bir adam… Yani ki… O kız… Onun hakkında bir şeyler duymuşsundur.
Arkadiy ilgisiz bir şekilde:
– Feniçka mı, diye sordu. Babasının yüzü kızardı:
– Lütfen, adını bu kadar yüksek sesle söyleme! Şey, evet. O artık benimle kalıyor. Yanıma aldım onu. Neyse, bütün bunları değiştirmek elimizde.
– Baba lütfen! Neden değiştirecekmişiz?
– Oğlum! Arkadaşın bizde misafir kalacak. Ayıp olur.
– Bazarov için bunları düşünme. O böyle şeylerle uğraşmaz.
Nikolay Petroviç kendi kendine söylendi:
– Sonra sen de varsın. İşin kötüsü o daire pek de iyi değil.
– Baba, rica ederim böyle konuşma. Özür diliyor gibisin. Utanıyor musun yoksa?”
4. Nikolay Vasilyeviç Gogol, Ölü Canlar
Gogol’un en önemli ve ünlü eseri Ölü Canlar’dır. Rusya’nın ünlü yazarı Puşkin’in yakın arkadaşlarındandır. Hatta bu kitabın konusunun Puşkin tarafından kendisine önerildiği söylenmektedir. Aslında Gogol romanı üç cilt olarak tasarlamak istemiştir. Fakat o kadar çok tepki almıştır ki diğer iki cildini tamamlayamamıştır. Bir kriz anında ikinci cildi için yazdıklarını yaktığı söylenir. Tam bir vatansever olan Gogol, bu eserinde ülkesindeki çarpıklıkları gerçekçi bir dille anlatır.
“Eğer okuyucu, Çiçikof’un, çektiği bu çilelerden, bu azaplardan, üzüntülerden, özellikle bu son olaydan sonra artık, elindeki küçük servetiyle rahat ve sakin bir hayat geçirmek için küçük bir kasabaya çekilmiş olduğunu sanmışsa bu düşüncesinde pek aldanmıştır. Ve biz de, Çiçikof’un, çok az kimseye nasip olan o kuvvetli azmini takdir etmekten kendimizi alamıyoruz. Bu felaket fırtınalarının hiçbiri bizim kahramanı ne yıldırmış ve ne de sakinleştirebilmişti; içinde yanan ihtiras ateşi sönmemişti. Gerçekten de çok üzgündü. Ve bütün dünyaya, şansının tersliğine, insanların gösterdikleri insafsızlığa lanetler yağdırıyordu ama yeni deneyimlere girişmekten de vazgeçmiyordu. Bu sebeple öyle bir sabır gösterdi ki, soğukkanlılıklarda bilinen almanların dillerde destan olan sabır ve sakinlikleri onun bu azim ve sebatın yanında sıfır hükmünde kalmıştı. Tersine, Çiçikof’un kanı şiddetle kaynıyor ve o, bu taşkın kuvvete hakim olabilmek, onu yatıştırmak için çok büyük bir dayanıklılık ve azimle hareket etmek zorunda kalıyordu. Bizim kahraman düşünüyordu ve fikirleri de doğruydu. “Bu nasıl olur? Ben bu felaketlere niçin uğradım? İdare memuru olup da zengin olmayan kim var ki? Ben kimseye kötülük etmedim: Dul kadınların parasını yemedim, kimsenin ayağını kaydırıp yerine geçmedim, herkesin istifade edebileceği fazla bir paradan yararlandım, eğer ben bunu yapmamış olsaydım bir başkası yapacaktı. Başkalarının başarılı olmalarındaki sebep nedir? Ben niçin başarılı olmayacak mışım? Şimdi kimim? Bir aile babasının yüzüne nasıl bakacağım? Yeryüzünde en kıymetli zamanımı böyle kaybetmiş olmaktan vicdan azabı çekmeyecek miyim? İleride, çocuklarım ne diyecekler? “Babamız alçak herifin biriydi.. Bize hiçbir şey bırakmadı!”
5. Maksim Gorki, Ana
Maksim Gorki’nin 1906’da yazdığı ve Rus Devrimi’ne adadığı Ana, en başarılı romanıdır. Kitabın ana konusu devrimci düşünce ve devrimci mücadele denebilir. Halkın kendi acılarına bakarak, nedenini inceleyerek biraz da cesaretle kendini savunabilecek onu ezenlere baş kaldırabilecek duruma gelebileceğidir. Bu düşünceyi aşılamak içinse bu yolda yoldaşlarıyla mücadele veren bir oğlu olan, kendine bir zarar gelmediği sürece sesini çıkarmayan, hakkını arayamayan bir kadının, oğlunun ve çevresinin etkisiyle insanların acısını algılayan ve onları uyarmaya, uyandırmaya çalışan bir savaşçı haline gelmesi anlatılmaktadır.
“Oğlunun hep ciddi ve sert bakan mavi gözlerinin şimdi böylesine sevecenlik ve tatlılıkla parıldadığını görmek, ana için büyük zevkti. Pelageya’nın dudaklarında hafif bir gülümseme belirdi. Kırışık yanaklarında hâlâ yaşlar titreşiyordu, ama kıvançlıydı. İki duygu arasında bocalıyordu. Bir yandan, yaşamdaki acıların nedenlerini bu kadar iyi gören oğlundan gurur duyuyordu; ama onun, genç olmasına karşın arkadaşları gibi konuşmadığını ve kendisi de dahil herkesin sürdüğü tekdüze yaşantıya karşı tek başına savaşa girişmeye kararlı olduğunu da düşünüyordu. Ona şöyle demek istiyordu: “Ama yavrucuğum, sen ne yapabilirsin ki?” Ne var ki, bu kadar akıllı bir genç olup çıkan oğluna hayranlıkta kusur edebileceğinden çekiniyordu. Gerçi onu biraz da yabancı bulmuyor değildi ya, neyse… Anasının dudaklarında gülümseme, yüzünde dikkat, gözlerinde sevgi gördü Pavel. İnandığı gerçeği ona anlatabildiğim’ sandı. Konuşma gücünden duyduğu gurur kendisine karşı güvenini artırdı. Ateşli ateşli konuşuyordu. Kâh alay ediyor, kâh kaşlarını çatıyordu. Zaman zaman kin fışkırıyordu sesinden. Anası bu haşin sesleri işitince ürküyor, başını sallıyor, alçak sesle soruyordu : Ya! Demek öyle, Pavel!”
6. Fyodor Dostoyevski, Karamazov Kardeşler
Karamazov Kardeşler, özelde Rus insanının, genelde de insan denen varlığın üzerine büyük bir teffekür romanı ve edebiyat sanatının zirveye çıktığı bir deneyimdir adeta. Dimitri Karamazov, günah işlemekten kendisini alıkoyamayan, ama bu günahların kendisinde yarattığı değişimlerle kurtuluşa eren birisidir. İvan ise Tanrı’ya inanmayan, Tanrı’nın olmadığı bir dünyada her şeyin mübah olduğunu düşündüğü için de kimseyi sevmenin bir dayanağı olmadığına inanan, o devirlerde çokça görülen nihilist bir liberaldir. Alyoşa ise Budala’daki Prens Mişkin gibi, bir iman insanıdır.
“Şunu bilin ki, şu dünyada yaşamak için iyi bir anıdan, özellikle çocuklukta yaşanmış, ana baba ocağıyla ilgili güzel bir anıdan daha yüce, daha güçlü, daha sağlam, daha yararlı bir şey yoktur. Size terbiye konusunda birçok şeyler söyleyeceklerdir. Oysa belki de çocukluktan bu yana içinizde sakladığınız güzel, kutsal bir anı, belki de terbiyenin en güzel şeklidir. Bir insan bu çeşit birçok anıları toplayıp hayata atılırsa ömrünün sonuna dek kurtulmuş olur. Eğer yüreğimizde sadece bir tek güzel anı kalmışsa o bile bir gün bizim için kurtuluş çaresi olacaktır…
7. Anton Çehov, Vişne Bahçesi
Çağdaş tiyatronun öncü isimlerinin başında gelen Anton Çehov, 1900 yıllarında, büyük bir değişimin arifesinde olan Rusya’da yaşamış, eserlerinde bu coğrafyayı ve insanlarını konu etmiştir. Çehov, çöküşe geçen aristokrasiyle, zenginleşen orta sınıfa dair gözlem ve yorumlarına dayanan Vişne Bahçesi’nde bir ailenin dramını anlatsa da oyunu bir dram değil bir komedidir. Elde tutulmaya ya da ele geçirilmeye çalışılan, sonunda daha çok kazanç için kesilen vişne bahçesi odak noktaya oturtulmuştur. Yazar, oyuna bu ismi vermekle vişne bahçesini, adeta anlam üreten bir metafora dönüştürmüştür. vişne bahçesi eski, feodal yaşamın bir simgesidir. Buna bağlı olarak onun kaybedilmesi ya da yok olması, yaşanan toplumsal değişimi kodlar.
“Hangi gerçeğin? Siz gerçeğin ve gerçek olmayanın nerede olduğunu görebiliyor musunuz? Bense yitirdim görme yeteneğimi, hiçbir şey göremiyorum. Siz bütün önemli sorunları gözüpekçe çözümlüyorsunuz, fakat söyleyin bana cancağızım, gençliğinizden ötürü değil mi bu; bu sorunların hiçbirinin size acı vermeyişinden ötürü değil değil mi? Gözüpekçe bakıyorsunuz ileriye doğru; fakat bunun nedeni orada korkunç bir şey görmeyişiniz, böyle bir şey beklemeyişiniz değil mi? Hayatın genç gözlerinize henüz kapalı oluşu değil mi? Bizden daha dürüst, daha cesur, daha ciddi bir kişiliğiniz var… Fakat biraz derinliğine düşünün, azıcık yüce gönüllü olun da bağışlayın beni. Burada doğdum ben; babam, annem, dedem burada yaşıyorlardı… Seviyorum bu evi; vişne bahçesi olmadan kavrayamıyorum hayatımı. Satılması çok gerekiyorsa beni de onunla birlikte satın… Oğlum burada boğuldu… Acıyın bana, iyi doğru insan.”
8. Lev Tolstoy, Savaş ve Barış
Yazarın en büyük romanı olarak kabul edilmektedir. Tolstoy Napolyon Savaşları’nı Rus toplumuna etkileri açısından anlatırken kahramanlarının 1820’ye kadarki gelişimlerini özetler. Yüzden fazla kişinin yer aldığı bu olaylar dizisi, daha çok dört soylu ailenin bireyleri arasındaki ilişkilerle dile getirilir. Tolstoy savaş meydanlarının yabancısı değildir. 1854-1855’deki Kırım Savaşı sırasında Türkler, İngilizler ve Fransızlara karşı çarpıştığını da biliyoruz. Muhtemel ki Tolstoy’un savaş meydanı betimlemelerini yaşadığı deneyimlerinden almaktadır. Tolstoy’un Savaş ve Barışı’nın bu denli güçlü bir eser olmasının en önemli nedeni yazarın savaş ve tahakküm sorununa ve savaş yaşayan insanlık durumlarına getirdiği filozofik yaklaşımlardadır. Eser, dramatik kurgu, çarpıcı karakterler, usta betimlemeler ve mükemmel yazılmış savaş temalı aksiyon sahneleri sunar, tüm bunların yanı sıra insanlığın varoluş sorunu dair tartışmaları da gündemimize taşır.
“Piyer tutsaklıkta, barakada iken aklıyla değil, bütün varlığıyla, bütün yaşamıyla insanın mutluluk için yaratılmış olduğunu, mutluluğunu da kendi içinde taşıdığını, mutluluğun insanın kendi ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret olduğunu, bütün mutsuzluğun da yoksunluktan değil, fazlalıktan ileri geldiğini anlamıştı. Ama şimdi, yola koyulduklarının bu üç haftası içinde yeni, teselli verici bir gerçeği daha öğrenmişti. Öğrenmişti ki, dünyada korkulacak hiçbir şey yoktu. İnsanın tam anlamıyla mutlu, tam anlamıyla özgür olmasını sağlayacak bir çare bulunmadığı gibi, tam anlamıyla mutsuz, tam anlamıyla özgürlükten yoksun olmasına yol açacak bir durum da olamazdı; bunu öğrenmişti. Anlamıştı ki; acının da, özgürlüğün de sınırı vardı ve mutlulukla mutsuzluğun sınırı birbirine çok yakındı; pembe yatağında, çarşafın bir ucu kıvrıldı diye rahatsız olan bir insan, tıpkı çıplak, rutubetli bir toprağın üzerine uzanıp da, vücudunun bir yanı ısınırken, öbür yanı üşüyen bir insan gibi rahatsız oluyordu; eskiden dar balo ayakkabılarını giyinirken nasıl bir acı duymuşsa, şimdi artık yalın ayak, (ayağındaki pabuçlar çoktan parçalanmıştı), daha doğrusu her yanı yaralarla dolu, çıplak ayaklarıyla yürürken aynı acıyı duyuyor, canı acıyordu.”
9. İvan Gonçarov, Oblomov
Rus edebiyatındaki gereksiz adamların en tipiği olan Gonçarov’un Oblomov romanı 1859’da yayımlandı. Karakteristik özelliği ve yaşama biçimi Oblomovluk olarak adlandırır. Gereksiz adamlığın en uç örneğidir. Okuru isyan edecek noktaya getiren, neredeyse, romanın içine dalıp onu silkeleyip sarsmak istetecek kadar tembel, hareketsiz, fakat zeki ve duygulu bu genç, insana aynı zamanda öfke, acıma, bağışlama duygularını hissettirir. İyi bir ruhun tembelliğin kafesi içinde bu derece tutsak olması anlaşılır gibi görünmese de, çok kişi Oblomov’da kendinden bir şey bulabilir.
“Otuz iki, otuz üç yaşlarındaydı Oblomov. Orta boyluydu. Hoş görünüşlüydü. O anda onun hiçbir şeyi umursamadığı, hiçbir şeyin onu tedirgin etmediği; koyu gri gözlerinin belirsiz bir dalgınlıkla, sürekli duvarlarda, tavanda kaygısızca dolaşıp durmakta olmasından belliydi. Yüzündeki umursamaz ifade bedenine, hatta ropdöşambrının kıvrımlarına sinmişti sanki. Bakışı arada bir, yorgunluğa veya can sıkıntısına benzer bir ifadeyle bulutlanır gibi oluyordu. Ne var ki, yorgunluk ya da can sıkıntısı, yalnızca yüzünün değil bütün ruhunun da esas yerleşik ifadesi olan yumuşaklığı bir an olsun kovamıyordu yüzünden. Ruhu öylesine açık seçik, aydınlık parlıyordu gözlerinde, gülümseyişinde, başının ve kollarının her hareketinde… Oblomov’a ilgisizce şöyle bir bakan kimse, “İyi niyetli, saf biri olmalı!” diye geçirirdi içinden. Daha derin düşünebilen, içten biri ise onun yüzüne baktıktan sonra hoş bir duyguyla, gülümseyerek ayrılırdı yanından.”
10. Aleksandr Puşkin, Yüzbaşının Kızı
Gogol, Yüzbaşının Kızı ile ilgili olarak şöyle demektedir: “Yüzbaşının Kızı ile karşılaştırılınca bütün romanlarımız ve büyük hikâyelerimiz yavan kalıyor. Saflık, yumuşaklık öyle bir yüksekliğe ulaşıyor ki bu yapıtta, gerçek bile yapmacık ve karikatürize edilmiş gibi görünüyor. Ortaya gerçekten de ilk olarak Rus karakterleri çıkıyor. Kalenin basit komutanı, karısı, bayraktar, biricik topuyla kalenin kendisi, zamanın karışıklığı, sıradan insanların o alçak gönüllü büyüklüğü. Bütün bunlar yalnızca gerçek değil, onu da aşan bir şey”. Roman da bir Rus subayı ile görev yaptığı kalenin komutanı olanı yüzbaşının kızı arasındaki duygusal ilişki anlatılmaktadır.
“Adamın uyanıklığı, hislerinin hassaslığı şaşırtmıştı beni. Dönmesini söyledim arabacıya. Atlar kara bata çıka yürüdüler. Araba kâh kara batarak, kâh çukurlara düşerek, kâh bir o yana bir bu yana yaslanarak yavaş yavaş ilerliyordu. Fırtınalı bir havada bir gemideymişiz gibi ilerliyorduk. Saveliç yandan dürtüyordu beni, ah vah ediyordu. Battaniyeyi indirdim, kürküme iyice sarınıp uyumaya hazırlandım. Rüzgârın uğultusu ninni gibi geliyordu bana, arabanın sallanması beşik gibi… Ömrümün sonuna dek unutamayacağım, yaşamımın tuhaf anlarında hatırladığımda bir kehanet olduğunu düşündüğüm bir rüya gördüm. Okur bağışlayacaktır beni: Çünkü deneyimlerinden o da bilmektedir, kör inançları ne kadar küçümserse küçümsesin, insanın bu tür batıl düşüncelere yatkın olduğunu. Duygusal olarak da, ruhsal olarak da gerçeklerin yerini hayallere bıraktığı ve onlarla belirsiz rüya öncesi görüntülere karıştığı durumdaydım. Kar fırtınası uğuldayarak sürüyordu ve her yanın karla kaplı olduğu ıssız bir yerde dolanıp duruyorduk sanki… Ansızın bir kapı çıkıyor önüme, kapıdan bizim köyün bey evinin avlusuna giriyorum. İlk duygum, zorunlu olarak eve dönmeme, bunu bilerek yaptığımı sanıp, sözünü dinlemediğim için babamın kızacağı korkusu oluyor.”
11. Mihail Şolohov, Ve Durgun Akardı Don
Bu eser, özellikle Don bölgesindeki Kazakların bir destanıdır. Ana figürü Kazak asıllı Gregor Melekof olan eser, I. Dünya Savaşı’nın hemen öncesindeki gençlik döneminden başlar ve kahramanın bütün yaşamını ve o günün koşullarını vererek sona erer. Yazarın yaşamını ve günün koşullarını bütün yalınlığıyla vermesi bu eseri bir başyapıt yapar. Bu başyapıt, I. Dünya Savaşı’ndaki Rus Devrimi’ni ve o dönemki toplumun sosyal ve politik duruşunu tarafsızca ve gerçek anlamıyla okura yansıtmaktadır.
“Topu topu dört kere görmüştü kızı. Son karşılaşmalarında aralarında şöyle bir konuşma geçti:
“Liza, bana varır mısın?”
“Saçmalama!” “Sana bakarım, severim seni. Evde çalışan adamlarımız var bizim. Sen pencerede otur, kitabını oku. Bir işe el sürme, ha?”
“Bırak aptallığı şimdi!” Mitka gücendi, üstelemedi. O akşam eve erken gitti. Ertesi sabah babasının şaşkın yüzüne bakıp niyetini açıkladı:
“Baba, düğün hazırlığımı yap benim.”
“Haydi ordan, salak!”
“Sahiden baba. Şaka etmiyorum.”
“Acelen var, öyle mi? Kime yakalandın? Kaçık Marfa olmasın?”
“Görücüleri Sergey Platonoviç’e gönder!”
Miron Gregoriyeviç koşum takımlarını onarıyordu. Elindeki araçları dikkatle bir yana koydu, katıla katıla gülmeye başladı.”
12. Mayakovski, Şiirler (Çeviren Sait Maden)
Mayakovski çağdaş Rus şiirinin simgesi sayılıyor. Onun geniş soluklu, coşkulu lirizmi, şiir diline getirdiği yenilikler, yaşamı ve yapıtlarıyla uyandırdığı ilgi, devrimin baş ozanlığını üstlenip sonra sonra bağımsızlık tutkunu, özsever kişiliğiyle devrimcilik sorumluluğunu bağdaştıramayarak genç yaşta canına kıyması, adını sürekli gündemde tutan etkenler oldu. Rus şiirinin geleneksel düzenini içerik ve biçim araştırmalarıyla altüst eder. O güne dek kimsenin bilmediği ses uyuşmaları, zengin iç ve dış uyaklarla, ölçü tanımaz, aşırı benzetmeler, abartmalarla yüklü etkin, sarsıcı bir şiir dili yaratır. 1917’den sonra kendini devrimin hizmetine verir. Şiirleri, oyunları, yazılan ve çizip boyadığı afişlerle devrimin günlüğünü tutar sanki. Bu kitap Mayakovski’nin 1817’den önce yazdığı şiirlerin en önemlilerini içeriyor.
“Dumanlar içinde mavi olmayı unutan gökyüzü,
paçavralar giyinmiş sığıntı gibi bulutlar,
son aşkımla tutuşacaksınız bütün!
Sevinç çığlıklarımla bastıracağım ordular gürültünüzü!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder